Savaşların kadın ve çocuk cephesi…
Bin yıllardır bilinen gerçektir. Savaşlarda en büyük darbeyi anneler ve çocuklar yer. Onlar geniş ya da dar bir coğrafyada yaşananları, eşlerinin, babalarının direniş destanını, bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını uzaktan izlerler. Dolayısıyla ömür boyu yorgun, eksik ve yaralı kalırlar…
Bu süreçte evlilik, aile, aşk, yuva, sofra, sohbet, hayaller unutulur gider, şiddet ve tecavüz artar savaşa giden ya dönmez ya geç gelir, ya da sakat ve artık iyileşmesi çok zor olan ruhsal ve bedensel yaralarla döner. Sonra ne mi olur? Savaş sonrası geçirdiği travma nedeniyle intihar edenlerin sayısı artarken, bir şey daha olur! Savaşın acıları, ortak kaderi olan kadınları dayanışma içine sokar. Sonuçta toprakların ne büyük acılarla kazanıldığı, ne büyük özverilerle alındığı bilinmez ama kadınların birbirinden başka dayanacakları, tutunup sığınacakları kimseleri olmadığı bilinir…
Savaşa giden evlat; “Ağlama yurdum döneceğim!” der…
Savaşa giden baba eşine; “Çocuklar ve ailem sana emanet!” diye vasiyet eder…
Savaştan dönemeyen asker yazdığı son mektupta; “Vatan aşkım büyüktü, onu kimse alt edemez diyordum, tahrip gücü yüksek işkenceye dayanamadım!” diyerek noktayı koyar…
Savaşa giden babasına oğlu; “Baba nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda, babası “Başka çocukları babasız bırakmaya!” diye cevap verir…
Şimdi de savaşların kadın cephesinde dolaşalım…
Savaş ve terör saldırısı yaşayan bölgelerde öyle kadınlar vardı ki yaşadığı acıyı neredeyse elinizle tutabilirdiniz. O kadar dramatikti bakışları ve duruşları…
Astsubay eşi gözlerinin önünde şehit edilen hemşire Yıldız Namdar; “Sadece hayat arkadaşımı değil, hayallerimi de kaybettim” demişti...
Babası şehit olan 3 yaşındaki çocuk anlamayan bakışlarla cenaze töreninde annesine dönüp; “Anne artık evimize gidelim” deyince annesi oğluna: “Evimiz mi kaldı oğlum?” şeklinde cevap vermişti…
Ülkesinin iç savaşında eşini yitiren kadın; “Evladıma verilen her zarar, bana her şeyi yaptırır, bedeli ne olursa olsun!” şeklinde konuşmuştu…
Ukraynalı anne; “İki çocuğumla oturduğum evi basan teröristler bana hayatımın en zor seçimi için şöyle dediler, ‘iki çocuğundan birini seç diğerini gözünün önünde öldüreceğiz.’ O anda ben zaten ölmüştüm, 2 evlat arasında seçim nasıl yapılırdı? Beni alın dedim onlar yaşasın kabul etmediler, çocuklarım birbiri için fedakârlık yapacak yaşta değillerdi. Daha fazla bekleyemeyiz dediler, çekip vurdular, ben artık nasıl yaşayacaktım ki?” demişti…
İşin insani, ahlaki, vicdani boyutundan geçelim, geçtim, geçiyorum! Zıt düşünceler, katliam, tecavüz, yağma, savaş, açlık, yoksulluk bir yanda! Düşmanla verilen savaş diğer yanda! Özlem ve vatan hasreti her yanda! Genelde o bölgelerde yaşayanların yüzünde, özelde kadın ve çocukların yüzlerinde fizik görüntülere artık daha çok hüzün, umutsuzluk, kaygı hâkim olduğunu ve olacağını unutmamak gerek…
Ve bir kez daha ömrü savaş meydanlarında geçen Büyük Atatürk’ün; “Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça, savaş bir cinayettir!” sözünü hiç unutmamak, hep hatırlamak, iyi bellemek, ezber etmek gerek…