Durum! Soluk kesmeli mi? Soğuk su içmeli mi?

Tarihte görülmemiş bir özgüvene ve tarihimizde az görülen dehaya sahip olanların sayesinde; Satıp savarak, yakıp yıkarak, şeker fabrikalarının yerine...

Tarihte görülmemiş bir özgüvene ve tarihimizde az görülen dehaya sahip olanların sayesinde; Satıp savarak, yakıp yıkarak, şeker fabrikalarının yerine hapishane yaparak, borçlanarak, etten samana pek çok şeyi ithal ederek, yokluklar zincirine doğru ciddi bir maliyeti “biz bize yeteriz” diyerek göğüslüyoruz. Ama hepimiz biliyoruz ki meselinin “aslı siz size yetersiniz” şeklinde tezahür ediyor!

Kendi özel yaşamlarında özen ve tasarruf var mı? Onun yanıtı davetlerde, araçtan uçağa filolarda, saraydan külliyeye ihtişamda saklı! Şaşaa, debdebe, sınırsız harcama, itibardan tasarruf etmeme bazılarına, tercih, takdir, sabır, sebat etmek de bize kalmış! Ancak bize düşen bir şey daha var o da şu; olup biteni herkese anlatma yükümlülüğü, yaşananları aktarma mecburiyeti, tarihe not düşme sorumluluğu ve kurtuluş reçetesinin ne olduğunu dile getirme zorunluluğu…

Niye derseniz? Eğitimde fırsat eşitliği yaratılarak dağ köylerinden piyanistler, yetimhanelerden akademisyenler - gazeteciler, yoksul evlerden çıkan felsefecileri hatırlatma ve tanıtma sorumluluğumuz var...

Neden derseniz? Yolsuz, susuz, elektriksiz dağ köylerinde müthiş yaratıcı işler yapan Köy Enstitüsü ruhunu anlatma sorumluluğumuz var...

Niçin derseniz? Aklın küçümsendiği, bilimin hiçe sayıldığı, cehaletin pohpohlandığı, uygarlığın dışlandığı, okumuşluğun küçük görüldüğü bu politik ve sosyolojik iklimin neden olduğu enkazı sık sık dile getirme sorumluluğumuz var…

Nasıl derseniz? Melih Cevdet Anday’ın; “Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hali/ Düzelmeden dünyanın hali/ Gözüne uyku giremez ki” dizelerini kendi kendimize mırıldanmak yerine en yüksek perdeden paylaşma ihtiyacı duyma zorunluluğumuz var…

Üniversite sayısı 209’a, öğrenci sayısı 7 milyon 616 bine, akademik personel sayısı 160 bine çıkmasına rağmen sessizliğin hâkim olmasının yarattığı umutsuzluğa dikkat çekme sorumluluğumuz var…

Yüksekokul diplomasına sahip iki gençten birinin işsiz olması, temizlik kadrosuna 14 bin üniversite mezununun başvurması, yüksek lisanslı arkeoloğun çöpçülük yapması gerçeğini dile getirme mecburiyetimiz var...

20.yüzyıla damgasını vuran yazar ve düşünür Jean- Paul Sartre’ın aydını tanımlarken “Çağının dünyasına sırt çevirmeyen, yaşadığı dönemin gerçeklerinden, çıkmazlarından esinlenerek tavrını ve eylemini belirleyen kişidir aydın, o yazarken değiştirir ve özgürleştirir” sözüyle yüklediği yükümlüğün içini doldurma sorumluluğumuz var…

Bu örneklerden sonra konuyu nereye getiriyorsun derseniz? Bu konuda söyleyeceğim epey söz var der ve şu sorulara geçerim. Hikâyemiz biterken vardığımız noktayı etik ya da politik olarak lanetlemek mi istersiniz? Bana ne mi dersiniz? Olup biteni mi sorgularsınız, daha ne örnekler var demeye mi kalkarsınız? Size katılıyorum ya da katılmıyorum mu dersiniz? Derin ahlar mı çekersiniz? Oh iyi oluyor mu dersiniz? Yoksa bir zamanlar aynı dili konuştuğumuz, aynı hayalleri kurduğumuz, aynı hedeflere kitlendiğimiz bu insanlarla aramıza ne girdi, niye girdi diye özeleştiri yapıp kendinizi mi sorgularsınız? Bilemem!

Bildiğim o ki; aydının, okumuşun küçümsendiği günümüzde; O kendine tapmaları, o pozları, o hava atmaları, o yukarıdan bakmaları görünce! Hele de yüzdeler dayanmayan enflasyonu, Et ve Süt Kurumu’nun 300 TIR’lık kemiksiz sığır eti ( 7500 ton) ithal edecek müjdesini duyunca! Hele de AKP iktidarı döneminde buğday ithalatının 12 kat artarak 49 milyon tona çıktığını işitince donup kalıyor insan…

Hele de gençlerin hülyalarının ve rüyalarının yerle bir olduğunu görünce! Hele de çarşıda pazarda, sokakta, işyerinde, geçim derdinde olan halkın asık yüzüne, bozuk moraline, kaygılı bakışlarına tanık olunca kala kalıyor insan.

Hele de başbakansız, bakanlar kurulsuz, etkisiz meclisin, yüksek tepelerden kararla, kararnameyle yönetildiğini, ekonominin bakanın ışıltılı gözlerine ve emin ellerine(!) teslim edildiğini görüp, turkuaz döşemelere ve giysilere harcananları duyunca şaşa kalıyor insan.

Bir de pahalılığa, işsizliğe rağmen memurun, işçinin, üniversitenin, öğretmenin, öğrencinin, emeklinin, esnafın sessizliğini görünce! Sarayla halkın gündemi arasındaki makasın her gün biraz daha açıldığına bakınca! Kendini iyiden iyiye inşaata kaptıranların boşalan her yeri betona boğduğuna tanık olunca dona kalıyor insan.

Tüm bunlardan sonra her şeye rağmen direnmek umuttur der, ne yapmalı, ne yaparsın, ne yaparım diye düşünür, pardon özgürlük ve eşitlikten uzaklaşalı ne kadar oldu diye sorar mısınız? Yoksa 126 ülkeden 133 kalem tarım hayvancılık ürünü ithal eden bir ülkenin mutlu mesut yurttaşları olarak, nasılsa aynı hastalıklara yakalanıp aynı ilaçlarla iyileşmiyor muyuz diye susar mısınız? Ya da aynı güneşle ısınıp aynı yağmurda ıslanmıyor muyuz diye gülümser misiniz? Yine bilemedim!

Bildiğim daha doğrusu hatırladığım; Tiyatro tarihi derslerimizde bize ilk öğretilen şu idi: “Aktörün torpili kendisidir.” O zaman bunun ne demek olduğunu anlamazdık, aradan yıllar geçti. Bilgisiyle, beden diliyle, ses tonuyla, sahnedeki ve yaşamdaki duruşuyla, vurgu ve tonlamalarıyla sahnede devleşen aktör ve aktrisleri görünce sözün ne anlama geldiğini öğrendik. Aradan yıllar geçince keşke bu söz yaşamın bütün disiplinlerinde geçerli olsa, özellikle de siyasette diye düşündük…

Herhalde o zaman milletçe derin bir nefes alır, günümüzdeki gibi her soluk kesen kararın ardından soluk soluğa kalıp soğuk terler dökmez, soğuk sular içip iç geçirmezdik…