Yönetim ilkbahar diye ısrar ediyor, ekonomi sonbahar diyor…
Önce özetler! Telekom’un hali ortada, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı Malazgirt’le gölgelemek arşı alada, şablon krizi şimdilik kireçle çözüldü, iğneden ipliğe...
Önce özetler!
Telekom’un hali ortada, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı Malazgirt’le gölgelemek arşı alada, şablon krizi şimdilik kireçle çözüldü, iğneden ipliğe her şeye zam halkın gözüne sokuldu…
Bitmedi. Biter mi? Dolar tatil matil dinlemeden rekor peşinde koşuyor, butik saray için yer bakılıyor, Seka’yı 5 milyon liraya alanlar 79 milyona satıp iyi bir kazanç elde etmiş, CB; “Egemenliğimize karşı tehdit ve saldırılar var” demiş…
Gelelim kâğıt sorunumuza!
Kâğıt üretmiyoruz! Oysa ülkemizde kâğıt üretimi Gazi’nin emriyle 18 Nisan 1936 yılında SEKA’nın merdanelerinin dönmesiyle başlamıştı. Atatürk, 19 Mayıs tarihli Ulus Gazetesinde; “Medeniyet hamuru, (kâğıt) kültür bağımsızlığının ana ögelerinden biri sayılır “ demişti.
Kâğıt fabrikalarını yok pahasına satıp savurduğumuz için Ülkemizin kâğıdı yok. Konuyu örnekle açarsak; 2003 yılında Giresun’daki AKSU kağıt Fabrikası’na 60 milyon değer biçilirken, yönetim 5 milyon liraya sattı. Alan şirket işletemedi, 2010’da 11 milyon liraya hurdacıya sattı. 2013 yılında Giresun Özel İdaresi, SEKA kâğıt Fabrikası’nın 684 dönümlük arazisini 68 milyon liraya geri alıp TOKİ’ye verdi. TOKİ arazi üzerinde konut inşa etti.
Özetle alan şirket, 5 milyon liraya aldığı fabrikadan 79 milyon lira kar elde etti ama fabrikayı yok etti! Önemli mi? Değil elbette! Ülkemizin temel direkleri olan sanayi ve tarım kuruluşları, cumhuriyetin sesi- soluğu- izi olan fabrikalardan ve ulusal sanayiden geriye ne kaldı ki? Kâğıt kalsın!
Ben bunları niye sıklıkla tekrar ederim? Büyüklere masalları dinlerken çocukken bana anlatılan masallar aklıma geldiği için! Hey gidi sorumsuz ve sorunsuz çocukluk yıllarım deyip iç geçirdiğim için! Pek çok önemli konuda “davanın reddine” kararını çok sık duyduğumuz için! Bazen unutmak istesen de unutturmadıkları için! Tablodaki resme ve gidişata bakıp A’dan Z’ye buraya nasıl geldik demek için! Analara verilen gözdağına dikkat çekmek için! Bunun kime ne faydası olacak bilmediğim daha doğrusu anlamadığım için…
Şimdi içimi acıtan, umudumu körelten bir konuyu paylaşma zamanıdır…
15 yıldan beri aksatmadan yazdığım Ayvalık Hürses Gazetesi’nin davetlisi olarak, arkadaşım ve dostum Prof. Dr. Nazan Bergişadi’yle yollara düştük. Bizi karşılayan gazeteci dostlarım Oya-Metin Uğural’la kısa bir çevre turu yapıp kalacağımız otele geldik. Süremiz kısa ve İstanbul’daki işler yoğun olduğundan hemen sahile indik…
Otel güzel, ancak çevre çöp doluydu. Kullanıp attıklarımızın çöpü, yemeden attıklarımızın çöpü, açık büfeden aldıklarımızın çöpü, israfımızın çöpü, açgözlülüğümüzün çöpüyle, çöp dağları yaratmışız sanki tüm kıyı şeridimize ve sahillerimize…
Bu soruna belediye ne yapsın, tesis sahipleri ne yapsın? Dağları, ormanları, yolları, denizleri, sahilleri her yeri çöp dağlarına çevirmek fıtratımızda var bizim.
Yine sık sık ve yersiz korna çalarak, ben bilirim, her şey benden sorulur havasıyla, sadece alçak dağları değil, bütün dağları ben yarattım, sen kimsin bakışıyla çevreyi ablukaya alan ve ortalarda tırım tırım dolaşanlar mı dersiniz?
Açık büfedeki yüzlerce çeşidi tabağına doldurup, sonra da yemeden kalkanlar mı dersiniz? Madem tam pansiyon o halde hakkını vermeliyim diyerek; Saat 13.00’de yemek, 14.00’de pizza, 15.00’de pide, 16.00’da mısır, 17.00’de kek, 18.00’de yeniden yemek kuyruğuna girenlerin çokluğuna mı şaşarsınız?
Yoksa şimdi anlatacağım olaya mı gözlerinizi açarak bakarsınız? Bilemedim. Bildiğim o ki o gün bugün ağzımın açık kaldığı bu konu, beni hem umutsuzluğa, hem ülkemizin geldiği nokta adına karamsarlığa itti…
Renkli, havalı, şık mayosu ve aksesuarlarıyla sahildeki şezlonga konuşlanan kadın, 4-5 yaşlarındaki kızına “denize gir ve sahilde oyna!” emrini verdikten sonra, elindeki moda dergisini okumaya başladı. Derken çocuk tiz bir çığlıkla; “çişim geldi” diye bağırmaya başladı. Annesi hiç istifini bozmadan, başını okuduğu bilimsel(!) dergiden kaldırmadan; “Denize işeyebilirsin” dedi!
Sahilde güneşlenenlerin hiç aldırmadığı bu konuşmaya daha fazla tahammül edemeyerek, genç kadına doğru yaklaşıp, sessiz bir şekilde bunun yanlış olduğunu, oraya herkesin girdiğini, denizleri kirletmeye hakkımız olmadığını, çocuğun böyle terbiye edilemeyeceğini kendimi de şaşırtan bir ses tonu ve sakinlikle anlatmaya çalıştım. Kadının ayağa kalkarak ve diklenerek; “Kızım 5 yaşında onun çişi tertemizdir, siz ne demeye çalışıyorsunuz?” cevabı üzerine baka kaldım, şaşa kaldım, dona kaldım!
Ülkem adına üzüldüm, çocuklara verilen alışkanlık adına üzüldüm, bi daha da sahile inmedim…
Not: Yolunuz oralara düşerse Ayvalık Belediyesi’nin işlettiği “Paşa Limanı Restoran’a” mutlaka gidin, Akdeniz mutfağının son derece lezzetli yemeklerini tadın bana teşekkür edeceksiniz. Tıpkı bizi orada ağırlayan Oya Metin Uğural’a benim ağız ve gönül dolusu teşekkürüm gibi…