İçimden geldi yazayım dedim…
Bugün dersimiz biraz tarih, az buçuk anılar!
Yıl 1927. Ülke nüfusu 13 milyon. Nüfusun 3 milyon 305 bini kentlerde, 10 milyon 342 bini köylerde yaşıyor.
Yıl 2017. Nüfus 82 milyonu bulmuş. 75 milyon kentlerde, 6 milyon köylerde yaşıyor. Bunun sonucunda ne mi oluyor? Köy nüfusunun azalması tarımsal üretimin düşmesine, hayvancılığın olumsuz etkilenmesine, en çok da köy okullarının kapanmasına, çocukların okulsuz ve geleceksiz kalmasına neden oluyor.
Oysa biz cumhuriyetin eğitim modeline gözümüzün içi gibi bakardık. Yıllardır şu model, olmadı bu model, o da olmadı yeni model diye diye tartışıp durdular.Kendi oluşturduğumuz modele dönüp bakmak akıllarının ucundan geçmedi, ya da istenmedi. O evrensel miras göz göre göre gözardı edildi. Gelinen noktada eğitimde yaşanan ve yaşatılan iniş çıkışlara yönelik düşünce ve eleştirilerimi katmazsam aklım kalır ama ayrıntılara dalarsam yazı dizisi olacağından bugünlük bu kadar tarih ve genel kültür yeter! Şimdi gerçeklerin camını aralama zamanı!
Halkımızın başını yastığa nicedir karnı aç koyduğunu bilip görüyoruz. Tutkuları uğruna yaşamlarını değiştirenleri az duymadık. Ülkesini terk eden, ailesini bırakan sayının giderek arttığını üzülerek izliyoruz. İşizliğin çığ gibi arttığı ortada…
O halde daha fazla üzmeden- üzülmeden, anılara çok dalıp hayallere fazla odaklanıp düşlerin pençesinde kıvranmadan şirinleştirerek söylersek; “Entelektüel ortam yarat, düş olarak kalmasın hayallerin” sözünün içini doldurmak adına 1970’lerin Kars’ının sokaklarında dolaşalım.
Ahhh o çocukluk yılları! Ne çok şeyi sanmakla, ne çok şeyi hayallere dalmakla geçirdiğimiz o gençlik günleri! Yapılan eleştiri ve daha sonra verilen özeleştirileri reddetme günleri! Ya da kabullenmiş gibi görünüp, bildiğini okuma günleri! Kim bilir belki hepsi, belki sadece biri, belki de hiçbirinin yaşama geçmediği isyan rüzgarlarının insanı esir aldığı çocukluktan gençliğe geçiş günleri ah…
Düşünüyorum da! Cesaretimi annemden, disiplinimi babamdan, olup bitene alaycı bakabilme özelliğimi abimden almışım. Benim de kendime göre ve kendimce başarılarım (!) yarışma derecelerim yok değil tabii ki! O yıllarda benim işim de kolay değildi anlayacağınız arkadaşlarımın deyimiyle fiyakalı bir yanımın olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum, özellikle giyim kuşamdaki yaratıcılık konusunda! Rahmetli babamın gömleklerini kesip biçerek, rahmetli annemin eteklerini doğrayarak kendimce harikalar yarattığımı bilen bilir zaten! Ancak çok isterdim ki bugün bu yazımda üstün başarılarla dolu bir okul hayatım olduğunu yazayım. Ancak üstün yaramazlık öykülerimi uzun uzun yazabilirim!
Yine lise ve üniversite yıllarımda kendi gibi kibar sesiyle hocalarımdan aldığım eleştiri ve uyarıları, onlar konuştukça benim büyülendiğim bazı hocalarımın uyarılarını sayfalar dolusu anlatabilirim. O günden bugüne dönünce ve kendi üniversite yıllarımla kıyaslayınca ders verdiğim okullardaki öğrencilerimin yüzlerine ve bakışlarına yansıyan umutsuzluğun, yüreklerindeki burukluğun, görülmeyecek- hissedilmeyecek gibi olsa da beni çok etkilediğini itiraf edebilirim.
Ve yeri gelmişken beni çok şaşırtan bir tanıklığımı anlatarak, yazımı sonlandırabilirim! Bir arkadaşım arkadaşıyla konuşuyordu. “Ne iyi ettin de aradın, hadi gel bana dertleşiriz” dedi arkadaşım kendisini arayana!
“Ne derdi, sence benim derdim mi var? Gelmem benim derdim yok ki!” diye yanıtladı arayan. Arkadaşımın şaşkın bakışlarına bakıp “ne iş” diye sorduğumda; “Ha o mu çok şakacı biridir. Hep öyle der, sonra da kalkar gelir, “işte geldim” diye kapıya dayanır, kapıyı çaldığında sesi yumuşatır yüreğimi. Önce gülen gözleriyle sarıp sarmalar beni, sonra da “şaka yaptım, dertsiz insan olur mu hiç?” der oturur saatlerce dertleşiriz…
Şaşırmaktan çoktan vaz geçmiştim ama! Sınır tanımayan yaratıcılıklar karşısında şapka çıkarmamak artık mümkün değildi…