Basında Fikri Derinlik, Fikri Takip ve Unutamadıklarım…
Yazı dizisinin ikinci bölümüne meslek büyüklerinin- usta kalemlerin unutulmaz ve unutamadığım sözleriyle başlayalım!
Ne diyor gazeteci- yazar Hüseyin Cahit Yalçın; “Böyle bir mahkemede, hâkim olmaktansa, mahkûm olmayı tercih ederim.” Gel de bu evrensel vurguyu unut, ben unutamadım…
Ne diyor Maliye Nazırı Cavit Bey; “Dilerim ulu Tanrı’dan kendinizi son derece mesut hissettiğiniz anda, benim hakkımda verdiğiniz hüküm aklınıza gelmez.” Sözündeki geçerliliği ve gerçekliği unutamadım…
Ne diyor Samet Ağaoğlu: “Sokrat’ı idama mahkûm eden savcı öldü, ama Sokrat yaşıyor.” Samet beyin Yassıada savunmasında söylediği bu sözün derin anlamını unutamadım…
Sırada başkaları da var…
Trabzonlu Mehmet Bey'in; “Bizim büyüdüğümüz 1950’li yıllarda, otel ve restoranların öğle yemeklerinde piyano ve keman sesleri duyulurdu. Eşimin anne ve babası keman, benim annem keman, babam ut çalardı. Bahçeden bahçeye atışmalar yapar, biri rast çalarken, diğeri ona nihaventle cevap verirdi. Evimizin karşısında İtalyan kilisesi vardı. Her Ramazan’da kilisede görevli papazlar bize iftara gelirdi.” Artık tarihe karışan bu hoşgörü ikliminin ne kadar değerli olduğunu unutamadım…
Yine zeki, çevik, gözü kara, inandığı doğruları olan, inandıkları uğruna başını sonunu düşünmeden mücadele eden, bireysel yürekliliğine çok şey borçlu olduğum cesaret aşılayan sözleri unutmadım…
Parası, işi, evi olmasa da hayalleri olan, geçmişi olmasa da geleceği kurma hedefleri olan, yaşadıklarıyla mücadele ederken, ekmeğini ve emeğini bölüşen basın emekçilerini unutmadım…
Aydın Doğan Vakfı tarafından verilen ödülün bu yılki sahibi Atatürk Üniversitesinden değerli hocam İonna Kuçuradi’nin, Yannis Ritsos’dan çevirdiği Barış adlı şiirinde; “Çocuğun gördüğü düştür barış/ Akşamüstü eve dönen babadır barış/ Dünyanın masasındaki ekmektir barış/ Bir annenin gülümsemesidir barış” şeklindeki dizelerini sık sık yinelediğim için unutamadım…
Sahiciliğin, içtenliğin, doğallığın, karşılıksız sevginin, yalınlığın adresi olan kadınları dinlerken, çektiğim fotoğraflara yansıyan mutsuz bakışları, çektiğim videolarda duyulan sessiz hıçkırıkları, ama en çok da iç çekişleri unutamadım…
Nefret ve şiddetin kök saldığı ülkemizde ve günümüzde 15 yaşında evlendirilip 16 yaşında katledilen Sıla Şentürk’ün gülümseyen yüzünü ve onun şahsında baba evinden koca evine çilesi bitmeyen, geleneksel yapının nabzını hissettiren, toplumsal eksiklikleri, aksaklıkları yaşayan kadınların hayata tutunma çabasını unutamadım…
Kadına şiddetin açtığı yaralar ve gedikler çerçevesinde, genelde şiddet, özelde kadın cinayetleri konusunda giderek vasıfsızlaştırılan toplumların nasıl vasatlaştığını ve sıradanlaştığını unutamadım…
Baskılara horlamalara, tacize dayanamayarak evinden kaçan, kendine özgürlük alanı açmaya çalışan, bir “hiç”ken, “kimlik”sizken kendine yeni bir kimlik edinme, kendini bulma yolculuğuna çıkan kadınların; hasret, ayrılık, dün, bugün, hayal, kavuşma ve yalnızlıkla nasıl baş ettiklerini unutamadım…
Şehit oğlunun mezarını her gün ziyaret ederek, toprağını düzelten, ektiği çiçekleri sulayan annenin yakınlarının eleştirisi üzerine; “Beni her gün oğlumun mezarını ziyaret ettiğim için eleştiriyorsunuz ama ben bunu yaparken onun gömleklerini yıkayıp ütülüyormuşum gibi hissediyorum!” şeklindeki yürek yakan sözlerini unutamadım…
“Kadın kadının kurdudur” sözünü, “kadın kadının yurdudur” şekline dönüştüren, aynı anda hem anne, hem eş, hem hala, hem teyze, hem nine, hem kardeş, hem işveren olan, ailenin bütünlüğüne, ailenin büyüklerine sahip çıkan kadınları unutamadım…
Avcılar’da yaptığım konuşmanın bitiminde söz alarak; “Siz konuşurken bir annenin yüreğinin nasıl attığını, bir kadının yaşam boyu nelerle yüzleştiğini, bir eğitimcinin neleri yapması gerektiğini de dinledik. Beni alıp 3 yaşımdan 58 yaşıma kadar bir duygu, düşünce yolculuğuna çıkardınız. Ulaştığınız yürekler her gün artsın!” diyen Sevim Kosova Uçar’ın içe işleyen yürek sözlerini unutamadım…
Arjantin’de karşılaştığım Samsunlu Terzi Anait’in, “Neden buradasınız?” soruma; “Ben onu çok sevdim, o beni aldattı, alıp kızımı çıktım evden, burada yaşayan dayıma sığındım. Doğduğum toprakları çok özledim. Anlayacağınız felek benim taşımı çok uzaklara attı!” cevabını verirken sesine ve gözlerine yansıttığı özlemi, sitemi ve benim boğazıma oturan düğümü unutamadım…
Arjantin’de katıldığım düğünde damadın gelinin elini tutarak, ailesine dönüp; “Merak etmeyin kızınızı çok mutlu edeceğim. Çünkü o beni seçti!” derken yüzündeki içtenliği ve bakışlarındaki sevgiyi unutamadım…
Ailesi tarafından okuldan alınarak erken yaşta evlendirilen genç kadının yere bakarak; “içimdeki boşluk dolmuyor, doymuyor!” sözündeki doğru saptamayı, “Çocukların karnı doysun diye biz yemiyoruz diyen Çiğdem ve Esat Çelik çiftinin sözlerine yansıyan acıyı, bakışlarında gözlenen umutsuzluğu unutamadım...
İtalya‘da yaşayan ünlü yönetmen Ferzan Özpetek’in yoğun bakımda yatan annesini son bir kez görmek için doktorların özel izniyle yoğun bakıma girip öksürdüğünde! Aletlere bağlı olarak yaşam mücadelesi veren annesi Nesrin Hanımın elindeki butona basarak hemşireyi çağırıp fısıltıyla; “Ferzan öksürüyor, ona söyleyin ballı süt içsin!” şeklindeki zaman ve zemin tanımayan anne duyarlığını unutamadım…
Özetle! Kitaplarıma, yazılarıma, konuşmalarıma konu ve konuk olan, yurt içi - yurt dışı gezilerimde karşıma çıkan, saha çalışmalarım sırasında çektiklerini ve verdikleri mücadeleyi anlatırken ağlayan, dinleyip not alırken ağladığım kadınları hiç unutmadım…
Bu uzun yazının sonunda demem o ki; Biz göz açan, merak uyandıran, fikri takibi olan, döneme ve duruma göre pozisyon almayan, kalemini kırmayan, eğilip bükülmeyen ustalardan çok şey öğrendik. Varsa çok küçük bir başarımız onlara ve onların izinden gitmemize borçluyuz. Anılarına ve varlıklarına saygıyla…