Masada Kalan Cevapsız Sorular: Adına 'Tükenmişlik Sendromu' Dediler…

Yazıya başlarken önemli bir not düşeceğim. Önümdeki başlıklara, masamdaki konulara bakınca bunları mutlaka yazmalıyım dediğim, ancak yoğun gündem nedeniyle ertelemek zorunda kaldığım o kadar çok konu var ki… Şimdi bunları sütuna yatırmak için ülkemizde dünden bugüne bir yolculuğa çıkalım mı?

Jet hızıyla profesör olan, ardından rektör olarak atanan, aceleyle bakan yapılan, dünyanın en yüksek dağı Everest’ten daha yüksek gurur barındıran yönetim erbabını görünce!

Günlük yaşamın içinde hemen her gün şiddeti, ölümü, acıyı yaşayan bunca kadının varlığını, mağdur ve mazlum kadınların sayısının erkek şiddetiyle durmadan arttığını, kadınlara yönelik cinayetlerde pek çok olay ve örnekle karşılaştığımızı, hesabı tutulamayan bu acıların yüreğimize ve bilincimize kazındığını ve bunca kadın katliamına karşılık “25 Kasım Kadına Şiddet” gününde DİB’in sadece Gazze’de katledilen kadınları andığını duyunca!

Tasarruf amacıyla kaloriferlerin yanmadığı, sıcak suların akmadığı, öğrenci ve eğitimcilerin montla- paltoyla derslere girdiği, çalışanların; “Dışarı içeriden daha sıcak!” dediği! Ülkemizde işsizlerin çoğunun üniversiteli olduğu, oranın her geçen gün arttığı, işsiz kadınların yüzde 45’i bulduğu! Burs alanların; “Kursuma bursum yetmiyor!” diye yakındığı günümüzde; DİB’in bitip tükenmeyen gezi merakına akıl sır ermediğini anlayınca!

Yaşama sevincinin, hevesin, neşenin, hayallerin yerine karamsarlık, gerginlik, hüzün gelip yerleşince!

Umut ve kaygı niye çarpışmasın?

Yine meslek sevgisi, vatan aşkı ve ülke kaygısı arasında gidip gelenlerin geleceğe dair iyi şeyler duyma arayışı sürerken! Başarıya, huzura götürecek yolu belirleyecek olan açıklamalar yerine ucu belirsiz sözler duymak moda iken! Umut ve kaygı niye çarpışmasın?

Bir demet maydanozun 20 TL, nanenin 30 TL olduğu ülkemizde, ekonomik kriz tırmanırken son günlerde ortaya çıkan kreş düşmanlığı niye? Amaç anneleri eve kapatmak olmasın?

Duygusal çöküntülerden örnekler!

Leyla, öğretmen oldu, hayalleri, umutları vardı ama yıllardır atanamayınca bunalıma girdi, "tükenmişlik sendromu" dediler…

Aziz bir kurumda yönetici idi. Son zamanlarda yorgun, bezgin, umutsuzluk belirtileri taşıyordu. İşinden ayrıldı, eşinden boşandı, kendisini yalnızlığın kollarına bıraktı. Adına "tükenmişlik sendromu" dediler…

Ahmet emekli işçiydi. Son günlerde kendisini yorgun, işlevsiz, bitkin hissediyordu. Adına "tükenmişlik sendromu" dediler…

Alp öğrenciydi. Derslere konsantre olamıyor, okula gitmek istemiyor, arkadaşlarıyla görüşmüyordu. “İçimdeki boşluğu gideremiyorum, bir iç çöküntü yaşıyorum, ruhsal yapım bozuldu” diyordu. Adına "tükenmişlik sendromu" dediler…

Uzmanlar son yıllarda stres nedeniyle insanların uykusuz kaldığını, korku ve kaygının arttığını, iletişim problemleri yaşandığını, intiharların arttığını söylediler…

Bu örnekler tıpkı yerlerde sürünen sonbahar yapraklarının hüznü gibi değil mi?

Şimdi Japonya’dayız…

Rus- Japon deniz savaşında Rus donanmasını tümüyle yok eden Amiral Togo emekli olunca Japon imparatoru ona ödül vermek ister. O da köyünde bir öğretmenlik kadrosu talep eder. Bu isteği reddedilerek öğretmenliğin çok özel meziyetler isteyen, farklı ve profesyonellik gerektiren bir meslek olduğu kendisine hatırlatılır.

Japonya’da öğretmenlik mesleğinin nasıl bir konumda olduğunu çok çarpıcı anlatan bu örneği okuyunca önce şaşırdım, sonra şaşırdığıma şaşırdım. Sonra da hasarları düzeltmenin çok zor olduğunu, zaman alacağını, “bakmak, görmek, duymak” üçlüsünün hayata geçmesinin şart olduğunu hatırladım…

Şimdi ülkemizdeyiz!

Öğretmenlerin yüzde 76’sı kirasını ödeyemiyor, her 5 öğretmenden biri faturasını düzenli ödeyemiyor, her 5 öğretmenden dördünün kredi kartı borcu katlanarak artıyor. Yine öğretmenler tatil yapamıyor ya akrabasının yanına gidiyor ya da tatilini evinde geçiriyor. Çoğu yeterli beslenemiyor, tasarruf yapamıyor, geçinebilmek için ek iş yapıyor, çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor, yüzde 62’si imkân olursa mesleği bırakacağını söylüyor.

Bu bölüme son not: Japonya’dan yönetici mi ithal etmeli? Yoksa o mantığı mı örnek almalı? Bilemedim…

Noktayı Behiç Ak koysun. İki kişi aralarında konuşuyorlar: “Basın özgürlüğü ile ilgili ne düşünüyorsun? “Hiç, ben gazeteci değilim!” “Kadın haklarıyla ilgili ne düşünüyorsun? “Ben kadın değilim ki!” “İşçi ve emekçi haklarıyla ilgili ne düşünüyorsun?” “Kendimi işçi gibi hissetmedim hiç!” “Hukukla ilgili ne düşünüyorsun?” “Avukat değilim ki!”

Yazıya son not: Bu zor sorular tam da günümüz Türkiye’sinin yönetim kademesini özetlemiş olmuyor mu?