Sorular aslında yanıttır…
Akademik dünyada cinsiyet ayrımı olur mu? Disiplinlerarası kongre olur mu? Aynı kongrede hem tıp, hem siyaset, hem müzik, hem iletişim alanlarında bildiri sunulur mu? Diye yaman meraklanıyoruz…
Uzun süredir topluma ve hayatımıza güvensizlik hâkim olmaya başladı. Gelecek endişesi taşıyoruz, iş ve aş bulmada zorlanıyoruz, yersiz yurtsuz, evsiz barksız kalma korkusu yaşıyoruz. Toplumcu, gerçekçi yazar ve şairlere sığınarak o yaşasaydı böyle yazardı, ya da bunları söylerdi gibi teselliler, dayanaklar arıyoruz…
Dolu raflara, boş cüzdanlara, yağmur misali yağan zamlara bakıp, bir yanda anlatılan masalları diğer yanda gerçekleri görüp tam da üzülecekken enflasyonda Avrupa 1’inciliği, ihracatta dünya rekoruyla (!) teselli buluyoruz…
Gelelim zorunlu ve hüzünlü açıklamalara!
Günün ve geleceğin önemli mesleklerinden olan yazılımcılardan 30 bini bir yılda Türkiye’den ayrılmış. Kızıp burunlarını kırdığımız, sinirlenip tekme attığımız, gerilip dişlerini döktüğümüz hekimlerimizden binlercesi ülkelerinden ayrıldı, işini bıraktı haberleri karşısında derin derin düşünmeye başlıyoruz…
Ülkemizin yüzde 53’ünü, yani yarıdan fazlasını oluşturan Y ve Z kuşağı gençlerin siyasi partilere güvenmediğini ve bu ülkeden çekip gitmeyi hayal ettiğini duyunca yarınlarımız adına kaygılanıyoruz…
Bunca olumsuzluk karşısında tam da karalar bağlayacakken! İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de rafların bomboş olduğu haberiyle zil takıp oynuyoruz...
TÜİK’e göre dikkat isterim hem de TÜİK’e göre yüzde 99’u bulan enflasyonla dünyada ilk 5 ülke arasında rekora koşarken, rakiplerimizin Zimbabwe, Lübnan, Venezüella ve Arjantin olduğunu duyunca iyiymiş diyoruz…
Bu arada yoksulluk ve sefalete mahkûm olmamızdan kime ne? Haller ve hayaller arasındaki uçurum kimi ilgilendirir? Ekonomi büyüyüp halk yoksullaşırken açılan makas kimin umurunda? Halk yoksullaşırken, enflasyon artarken ezilenlerden kime ne? Gibi yanıtı belli sorulara umutsuzca cevap arıyoruz…
Tam ne olacak bu işin sonu diye üzülürken! Bu nasıl iştir? Sorumluluk üstlenen yok, istifa eden yok, kabul eden yok, istifayı düşünen yok diye gerilirken! AVM’lerimiz, duble yollarımız, bi türlü gündemden düşürülmeyen Kanal İstanbul projesiyle kendimize geliyoruz…
Erkek şiddetinin daha kaç kadını hayattan koparacağını düşünerek, kaygı duyarak, hatta korkarak bizim canımız biz ölünce mi kıymetli olacak sorusuna yanıt arayarak, güvensizliği yenmek için ne yapmalı, mücadeleye nasıl devam etmeli, ya da bazılarının yaptığı gibi sinip köşeye mi çekilmeli seçenekleri arasında gidip geliyoruz…
Sırada akademik dünyamızdan çarpıcı örnekler de var!
Türkiye’nin en nitelikli üniversitelerinden olan, aklın, bilimin, çağdaş ve evrensel değerlerin savunulduğu Boğaziçi Üniversitesindeki; “konser hanımlara yöneliktir!” (Yani erkekler giremez!) duyurusuyla kala kalıyoruz…
Tam şaşkınlığımızı üzerimizden atmaya hazırlanırken bu kez yeni bir haberle daha sarsılıyoruz. Adı Cumhuriyet olan üniversitemizin; “Uluslararası Disiplinlerarası Kadın Akademisyenler Kongresi” düzenlediği haberini alıyoruz. Akademik dünyada cinsiyet ayrımı olur mu? Disiplinlerarası kongre olur mu? Aynı kongrede hem tıp, hem siyaset, hem müzik, hem iletişim alanlarında bildiri sunulur mu? Diye yaman meraklanıyoruz…
Özetle! Bazen ilişkilerde, bazen aile içinde, bazen iş yerinde, bazen konulan hedefte, bazen de hayatın olağan akışında yüzleştiğimiz sıkışmışlık duygusuyla nasıl baş edeceğimizi düşünürken; Düşünce yaşamının temeline harç koyanları hiç unutamayacağımızı! Yeni sorunlar, yeni sorularla elde avuçta kalanın değerli bir yalnızlık olduğunu! Her başarımıza düşen gölgeler sonucu sığındığımız bahaneleri! Bize musallat olan kem gözlerin nazarını! Almanya’nın bizi ne kadar kıskandığını! Fıtratın ya da kader planının her daim işlediğini! Hep göz önünde tutuyoruz…
Önemli not: Tüm bunların nedenini, ya da yanıtını bilmiyor muyuz? Biliyoruz elbette…
Hatırlatma notu: Ne diyor Tezer Özlü; “İnsanlara inanmaya çalışmaktan yoruldum.” Bizimki de öyle bir şey…