Ülkemizde ve Dünyada 'Kadın' Olmak
Başlığı atar atmaz “Bir söyle bin ah işit!” misali meğer içimiz ne kadar keder doluymuş diye düşündüm.
Fabrikadan tarlaya, okuldan resmi kurumlara, yönetim kademelerinden karar mekanizmalarına, siyasette eşit temsilden iş gücüne katılıma kadar onca sorunla uğraşırken, düşük ücret derken, güvencesiz istihdam derken, ayrımcı politikalar derken ilk akla gelenler olarak emeğimiz ve özverimiz adına dalıp gittim…
Her 5 kadından sadece biri kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda iken! Dünyada tarım sektöründe çalışan her 4 kişiden biri kadınken, yani tarımın da görünmeyen kahramanlarıyken! Ülkemizin tarım sektöründe 2 milyona yakın kadın bulunuyor ve bu sayı hergeçen gün artıyor, özetle üretimin yarısı kadınlar tarafından gerçekleştiriliyorken! Kırsal alanlardaki hemcinslerimize dalıp gittim…
Küresel cinsiyet uçurumunda 2024 sonuçlarına göre Avrupa genelinde 40 ülke arasında son sırada yer alıp, 146 ülke içinde 127. sıraya yerleşirken! Çalışsak da çalışmasak da eşitsizlik, şiddet, baskı ve yok sayılmayla karşı karşıyayken! Geçmişe, gerilere ve verilere gittim…
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği katlanarak artmışken! Kadın cinayetleri, hayat pahalılığı yoksulluk önlenemez ve durdurulamaz seviyelere çıkarak evde şiddeti körüklerken! Eşit işe eşit ücret alamamak, emeğimizin görülmeyişi, atölyede, plazada, belediyede, hastanede, okulda, sokakta haklarımızı alamıyor ve sesimizi çıkardığımız anda haddimiz sesli sedalı bildirilirken! “Kadınları sürece dahil edelim, karar alma mekanizmalarında yer almalarını sağlayalım, o zaman toplumlar daha adil, dayanıklı ve sürdürülebilir hale gelir” şeklindeki öneriler havada asılı kalırken! Hele de bazen sesli bazen sessiz öfkemizi görmezden gelenler artarken! Gel de dalma, yazma…
43 milyona ulaşan sayımıza rağmen hala sorunumuz çözülmüyorsa!
Pek çok soru işaretini barındıran bakışlarıyla çilesi de sevdası da bitmeyen kadınların oranı artarken! “Geliştirebileceğim ve değiştirebileceğim çok şey varken önüme çıkarılan engeller giderek çoğalıyor, duvarda asılı diplomama baktıkça içim acıyor!” diyenlerin sayısı azımsanamayacak kadar çokken! Gel de üzülme…
Dik duruşun, özverinin, özgüvenin bedeli genelde destek ve ilgi görmemekle ödenirken! Duygusal ayrıntıları atlamayan, kendilerini önce tamamlayan sonra tanımlayan, bazen kapı ve pencereleri sımsıkı kapatan, bazen yüreğini ve yaşadıklarını sonuna kadar açıp paylaşan kadınlar toplumda çok da itibar görmezken! Gel de paylaşma…
Çocukların karşılaştıkları sorunlarda ağır bedeller ödememek için duygusal babalara ve güçlü annelere olan ihtiyacı bilinen bir gerçekken! Kadınlara biçilen roller annelik, ömür boyu karşılıksız sevgi, şefkat, kol kanat germe, erkeklere ise kontrol, disiplin, otorite iken! Annenin eğitim düzeyi arttıkça çocuğun başarı oranı da arttığı, aksi halde hayata dair makasın bir türlü kapanmadığı ortada iken! Gel de gerçekleri görme…
Bugünden geriye bakılınca insanın inanası gelmiyor…
Bizi hep teğet geçen bir anlayış iklime hakimken! Temkin, tedbir, ihtiyat gibi sözcük ve kavramlar sözlükten kalkmışken! Samanlıkta iğne aramak değil, iğneyi bulmak hep biz kadınlara düşerken! Bizler nedense kendimizi görünür kılmak, kendimize inanmak, eğitim, birikim ve tecrübeyle öne çıkmak, kişilik ve karakter olarak kendimizi kanıtlamak, itiraz ve onay arasında sıkışıp kalmamak zorunda iken! Bize düşen ne midir? Gelişmeleri izlemek, satır aralarını iyi okumak, Ankara Üniversitesi’nin araştırmasının sonuçlarını dikkate almak. Neden derseniz? Çünkü araştırmanın sonuçlarına göre;
Erkeklerin yüzde 37’si kadına tokat atıyor, küfrediyor, yüzde 14’ü yumruk atıyor, yüzde 12’si tekme atıyor, yüzde 6’sı boğazını sıkıyor, yüzde 3’ü bıçak ve silah çekiyor, yüzde 35’i giysisine telefonuna, sosyal medyasına karışıp müdahale ediyor. Bu arada yasalar kadını korumaya yetmediği için, yönetimin buna niyeti de olmadığı için; tartaklama, küçük düşürme, aşağılama, korkutma, arkadaşlarına ve ailesine gitmesini engelleme, ev ihtiyaçları için para vermeme, parasına el koyma, tehdit vb giderek yaygın bir hal alıyor…
Pek çok soru işaretini barındıran sonuca gelirsek!
Namus cinayeti deyilip geçilirken! Yaşanan yıllar, yaşanamayan yıllar, kıyımların ardından yarım kalan hayatlar! Bu tür cinsiyetçi kalıpların arkasında ölen kadınlar, hayalleri toprağa gömülenler, annesiz kalan çocuklar, arsasını, tarlasını satıp okuttuğu kızının cenazesini teslim alan ana babaların ömür boyu kurumayacak gözyaşları önemli mi? Bazı yöneticiler; “Bireysel olayları kamusal alana taşımaya gerek yok, dört duvar arasında yaşananlar yansıtılmamalı” dese de! Çok önemli. Çünkü o dört duvar arasında neler yaşandığını bilmemek, neler çekiliyor diye sormamak, "bir kadın öldü unutulmasın" dememek, düşünmeden yapılan seçimler sonucunda ömür boyu onay beklemek, yeterliliğini kanıtlamaya çalışmak o kadar yoruyor ki insanı…
Özetle! Araştırmaları okuyunca, konuşulanları duyunca, haberleri izleyince, gazete sayfalarına bakınca; İnsan yaşam kadınlara bu kadar mı sert yanlarıyla anımsatılır, bu kadar mı gerçekçi ve acımasız gözler önüne serilir diye düşünmeden edemiyor…
Edip Akbayram yok artık! Sesiyle, yorumuyla, duruşuyla, cesaretiyle türküleriyle, şarkılarıyla yürek haritamızı şekillendiren, gözyaşlarımızın özel tarihi olan ve her daim ülkesi için dertlenen bir yürek daha sustu. E. Akbayram, Sabahattin Ali’nin o ölümsüz dizelerini seslendirirken; “Seni bu sesler oyalar/ Aldırma gönül aldırma” derken ezip geçen, delip geçen, oyup geçen olayların geride bıraktığı tahribatı ve bedelleri belleklere ve yüreklere kazıyarak gitti. Işıklar içinde uyusun…
8 Mart! Bizim günümüze çağrımdır! Avcılar Belediyesi’nin davetlisi olarak 7 Mart Cuma günü saat 15.00’de Zübeyde Hanım Nikah Salonu’nda, Kadıköy Belediyesi’nin davetlisi olarak 8 Mart Cumartesi günü saat 14.00’de Göztepe Gönüllü Evi’nde konuşacağım. Yolu düşenleri beklerim.