Yılların ve yolların iç açan, iç acıtan sayfaları…
Anlatılanlar bazen yüreğime bir bıçak gibi saplandı. Bazen gözyaşlarım yetmedi. Bazen boğazıma yumruklar dizildi, yutkunamadım. Bazen gülümsetti. Sonra aklıma ister istemez şu soru takıldı: Yazmak mı, yaşamak mı? Herhalde bu sorunun yanıtı, yaşananları yazmak olmalıydı. Ben de öyle yapmaya çalıştım.
Kendimce bir karar aldım, madem kadın konusuna bunca emek verenlerden biriyim, madem sorunlarımıza erkek egemen yönetim katından pek eğilen olmuyor, o halde Mart ayında daha çok kendimizi yazmalı, yılların ve yolların bazen iç açan, daha çok iç acıtan sayfalarını aralamalıyım. Yani bu ay daha çok bizi anlatıp, bizden öyküleri yazmalıyım…
Bu kararı alırken Abraham Lincoln’ün; “Son tahlilde önemli olan yaşamımızdaki yıllar değil, yıllarımızdaki yaşamdır!” sözünün bana eşlik ettiğini baştan söylemeliyim. O halde bazen değip geçen, bazen delip geçen farklı sayfalarda dolaşmaya hazır olun lütfen…
Bir yerlere gitmek, farklı insanları tanımak ve değişik lezzetleri tatmak, insanın sınırlarını genişletiyor, sinirlerini gevşetiyor, bazen gönül tellerini titretiyor, bazen hayret ve şaşkınlığa neden oluyor. Örneğin, dünyanın uzak bir köşesinde karşılaştığınız başka başka hayatlara benzer hayatlar yaşadığınızı görüp şaşıyor, ya da ortak paydalarınızın çokluğunu karşısında duruyorsunuz. Sonuçta da kiminin sorularını, kiminin sorunlarını çok iyi bildiğinizi görüyorsunuz.
Gezip gördüğüm yerler, oralarda tanıştığım insanlar hem görsel, hem duygusal hem de bilgi ve deneyim olarak beni hiç terk etmediğinden sadece kitaplarda, konuşmalarda, özelimde kalmasın istedim, gezip gördüğüm yerlerden günlük yazılarımda da söz ederek, oraları okurlarımızla birlikte dolaşmayı yeğledim. Yayın yönetmenleri de olumlu bulunca kolları sıvadım.
Demem o ki; Bir süre gurbet ellerde tanıyıp dost olduklarımla, söyleşi yaparak hayatına dokunduklarımla, kendi içsel yolculuğumdan bana kalanlarla, yüreğimde derin iz bırakanlarla sizleri buluşturacağım…
Ne sorunlar bitti, ne anlatılanlar…
Ülkeleri dolaşırken öyle kadınlarla karşılaştım ki, Türkiye’den geldiğimi duyunca, hele de konuşmaya başlayınca -deyim yerindeyse- çenemiz düştü. Konuşmaktan, soru sormaktan yorulduk. Ama anlatacaklarımız da, sorularımız da, paylaşacaklarımız da bitmedi:
“Ben özgürce kanat çırpmak için geldim buralara” dedi biri! “Ekmeğimin peşinden koştum, ama onu da gönlümce bulamadım” dedi bir başkası! “Felek benim taşımı çok uzaklara attı” diye iç geçirdi bir diğeri! “Yürek vurgunu yedim, alıp başımı çıktım” diye açıkladı bir diğeri geliş nedenini! “Evin başköşesini ‘şark köşesi’ yaptım, bakıp dalmak için gerilere ve memlekete” diye özetledi Yalovalı kadın vatan hasretini…
“Yazmak için hayatımdan çaldım, önceliklerimi ve sorumluluklarımı ıskalayıp buraları seçtim, özgürce yazabilmek için” diye konuştu bir diğeri! “Konuşmaya ve hakkımı aramaya yeni başlamıştım ki, susturmaya çalıştılar. Ben de çekip geldim. Sevdiklerimden vazgeçerek yaşamayı seçtim” derken dalıp gitti ve önüne baktı biri! “Memleket hasreti öyle bir duygudur ki, zamanla kana karışır ve çıkmaz. Bir kapsül gibi içinize yerleşir ve genişleyip büyür. Unutmak ve alışmak doğamızda var. Ama ya hasreti nereye koyalım” diye ilave etti bir başkası…
Gezip gördüğüm, gidip kaldığım yerlerden ne mi getirdim?
İnsana, insanlığa, insanlara ait olan ne varsa toplamaya çalıştım; Kadın sorunlarına gönül veren, el veren, emek veren, yüreğe dokunan öyküleri getirdim. Örneğin, Meksika’da arabasına bindiğim kadın taksi şoförünün; “beni dövmesin ve bana çiçek alsın” şeklindeki beklentileri… Buenos Aires’teki Terzi Anait’in Samsun hasreti… Beyrut’ta Adanalı Hatice’nin memleket aşkı… Tunuslu ihtiyar bakkal Habib’in unutulmaz Fransızca şarkıları… Halep’te bizi evine davet eden Midyatlı kuyumcunun yürek yakan Türkiye sevdası… Bakü’den -kulağa hiç çıkmayacak şekilde yerleşen- yürek sözleri… Rio de Janeiro’da İzmirli kuyumcu Hasan Ulus’un gözyaşları içindeki dondurma ikramı… 40 yıldır New Jersey’de yaşayan İstanbullu Bahar’ın, “Oralıydım, buralı oldum” sözü…
Brezilya’nın sambalarını, Arjantin’in tangolarını, Azerbaycan’ın halk danslarını izlerken, Tunus’un insanı alıp götüren ezgilerini dinleyip, alkışlarken dalıp dalıp gittim…
Sonra ne mi yaptım?
ABD’de dinlediğim, “Bir başkadır benim memleketim” adlı şarkıyla memleketime bir selam yolladım…
Suriye’de dinlediğim “Sarı gelin” adlı türküyle ne zaman dinlese eşlik eden annemi içimi çekerek andım…
Arjantin’de bir yerel sanatçıdan ünlü Azerbaycan mahnısı “Ayrılık”ı dinleyince ata topraklarında dolaştım.
Brezilya’da bir gösteride dinlediğim “Üsküdar’a gider iken” adlı şarkımıza eşlik ettim, dayanamayıp coşkuyla sahneye fırladım ve bolca alkış aldım!
Tunus’ta dinlediğim “Şehnaz Longa”yla, klasik Türk müziğine bir kez daha hayranlık duydum.
Viyana’da gördüğüm Tarkan posteriyle, yaban ellerde pop sanatçımızla övündüm.
Bakü’deki konuşmamın sonunda bana, “Biz seni dinneyen de hem annadıh, hem ağladıh” diyenleri ben de ağlayarak alkışladım.
O hep Doğulu kalan yanımla içimdeki Kars’ı hep yanımda taşıdım…
Bu kısa alıntılar tanıklıklarımın, tanıdıklarımın anlattıklarının özü ama özeti değil! Gördüklerimin, işittiklerimin tümü insanı sarıp sarmalayan, yüreğine dokunan hayatlardan öykülerdi. Kiminde haklılık, kiminde pişmanlık, kiminde öfke hissedilse de, ortak paydaları bitip tükenmeyen bir memleket hasretiydi. Çocukluğunu anlatırken ağlayan, gençliğini anımsarken iç çeken, geçmişiyle hesaplaşırken gözleri kısılan, yaşadığı hayatın monotonluğuna serzenişte bulunurken kadere sığınan, aşk defterini çoktan kapattığını söylerken gözleri dolan kadınların ayaküstü anlattıkları dokunaklı öyküler, beni hemen içine çekmişti.
Özetle! Anlatılanlar bazen yüreğime bir bıçak gibi saplandı. Bazen gözyaşlarım yetmedi. Bazen boğazıma yumruklar dizildi, yutkunamadım. Bazen gülümsetti. Sonra da aklıma ister istemez şu soru takıldı: Yazmak mı, yaşamak mı? Herhalde bu sorunun yanıtı, yaşananları yazmak olmalıydı. Ben de öyle yapmaya çalıştım!