Çanlar muhalefet için çalıyor (II)
Muhalefetin Erdoğan’ın deprem sonrasında “bayrak etrafında toplanma etkisi” ile yükselebilecek ivmesine karşı ortak liste yapmaktan başka çaresi yok. Ortak adaylıkta çıkan kriz sonrasında bu iradenin ortaya konabilmesi zor olsa da halen imkansız değil.
Seçimlere yakın son düzlükte muhalefet oy artıramazken, Cumhur İttifakı kemik seçmenini konsolide ediyor, ittifaktan uzaklaşmış seçmeni geri döndürecek hamleler yapıyor, kararsızları kendine çekiyor.
2018 Haziran’dan 2022 Mayıs’a, yaklaşık 4 yılda (47 ay) %53.7’den %39’a gerilemiş olan Cumhur İttifakı, sadece 8 ayda oylarını 5 puan artırarak meclis çoğunluğunu elde edebilen bir konuma geldi. Yeniden Refah, BBP gibi partilerin de desteğiyle Erdoğan’ın %45’i aşıp %50’lere yaklaşabileceğini kestirmek zor değil.
Enflasyonun patlaması ve deprem felaketine rağmen Cumhur İttifakı’nın nasıl oy artırabildiği sorusu zihinleri kurcalıyor. Muhalefet Kılıçdaroğlu-Akşener aksında ikiye bölünürken, Erdoğan’ın çoktan seçim startını vermiş olduğu ve seçim ekonomisini tam gaz uygulamaya başladığı unutuluyor. Bu yazıda Cumhur İttifakı’nın oylarını nasıl koruyup artırabildiğini ele alacağım.
Fakat bunu anlamak için öncelikle Türkiye’de oy verme davranışını anlamak ve açıklamak için iki ana teoriden bütüncül bir şekilde faydalanmak gerekiyor: Partizan (kimliksel) oy verme davranışı ve rasyonel (ekonomik) oy verme davranışı.
PARTİZAN OY VERME DAVRANIŞI
Bu teoriye göre siyasi partiler, tarihsel kökenlere dayalı sosyal yarılmaların taraflarını temsil ediyor. Sosyal bölünme ve toplumsal çatışma fay hatlarından ortaya çıkan bu oy verme davranışı, aileden yeni nesile aktarılan bir ritüel ve alışkanlıktan öte bir şey değil.
Sınıf, kültür, din, mezhep, etnisite, kent-kır ayrımları dünya genelinde en sık gözlemlenen sosyal yarılmaları oluşturuyor. Bu yarılmaların şiddetiyle birlikte, sosyal yarılmaların taraflarını temsil eden partiler karşı tarafla “savaşan” politik aktörlere dönüşüyor. Liderlerin hamaset ve duygu siyasetiyle birlikte siyasi kutuplaşma derinleşirken, ortaya çıkan negatif kimliklenme sonucunda seçmenler kendi parti ve liderlerine aidiyet, karşı tarafa ise nefret besliyor.
Partizan oy verme davranışı, partizan seçmenlerin ekonomik ve siyasi kriz anlarında “safları terk etmemesini” beraberinde getiriyor. Partizan seçmenler herhangi bir kriz anında aidiyet hissettikleri parti bu krizden sorumlu olsa bile partilerine sadık kalıyor. Hatta bu krizden doğrudan etkilenseler dahi parti aidiyet bağlarının zayıflaması seneleri buluyor, partilerinden kopup başka partiye gitmeleri imkansız hale geliyor.
TÜRKİYE’DE PARTİZANLIK
Türkiye’de Şerif Mardin tarafından kavramsallaştırılan merkez-çevre sosyal yarılması, ana sosyal yarılma hattı olarak tarif ediliyor. Kurucu Cumhuriyet değerlerine bağlı elitler ile “dönüştürülmek istenen” kitleler arasındaki çatışmayı ele alan bu ana hat, seküler-dindar, Alevi-dindar Sünni, kent-kır ve Türk-Kürt yarılma hatlarıyla da etkileşime giriyor. Bu şiddetli yarılmalar bütünü Türkiye’yi Huntington’ın “bölünmüş ülke” kategorisine girecek şekilde kutuplaştırıyor.
Türkiye’de partiler arası rekabet ve sosyo-politik kutuplaşmanın en yüksek raddeye ulaşması ise AK Parti döneminde gerçekleşti. Seküler-dindar ayrışmasının damga vurduğu 2000’li yıllardan sonra Türkiye 2010’larda ok ağır ve yoğun olaylara tanıklık etti. Anayasa referandumları, Gezi protestoları, 17-25 Aralık, Çözüm Süreci, Kobani eylemleri, IŞİD ve PKK’nın terör eylemleri, 7 Haziran-1 Kasım 2015 süreci, 15 Temmuz-OHAL, olaylı İBB seçimleri, göç krizleri.
Hayır oyu veren milyonların postal yalayıcı olarak damgalandığı 2010 referandumundan bu yana neredeyse bir asırlık siyasi gerginliğin sıkıştığı Türkiye siyasetinde kutuplaşma tavan seviyeye ulaştı. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun 2014’te yayınlanan makalesinde paylaştığı veriye göre, 2009’da Türk seçmenlerin sadece %45,7’si kendisini bir partiye ait hissederken, bu oran 2014’te %73,8’e çıkmış. 2015, 2018 ve 2020’de yapılan çeşitli araştırmalar da partizan seçmen oranının %70’ler civarında sabitlendiğini gösteriyor.
Seçimlere katılımın %85 civarında olduğu düşünülünce, oy kullanan 85 puan seçmenin 75’inin partizan olduğu, partizan olmayıp da sandığa gidenlerin 10 puanda kaldığı, 15 puan seçmenin de oy kullanmadığı anlaşılıyor.
Partilerin partizan olmayan ve sandığa giden 10 puanlık kitle için mücadele ettiğini gözlemliyoruz. Bu seçmenlerin davranışını ise rasyonel (ekonomik) oy verme davranışı açıklıyor. Aslında ekonomik kriz ve yaşanan felaketler Türkiye’de seçmenin 4’te 3’ünün tercihini temelden değiştirmiyor. Kalan seçmenlerin tercihini izlemek için elimizde önemli bir gösterge var: “tüketici güven endeksi”
TÜKETİCİ GÜVEN ENDEKSİ
Tüketici güven endeksi seçmenlerin ülke ve hane ekonomisine dair değerlendirmelerini ölçen ve bir nevi iktidarın yönetim performansına yönelik halk tarafından verilen notu temsil eden bir gösterge. Tüketici güveni ve iktidar oyu arasında pozitif bir paralellik gözlemleniyor.
Nitekim 2018’den bu yana Cumhur İttifakı oyları incelendiğinde tüketici güven endeksi ve Cumhur İttifakı oy trendinde paralellik gözlemleniyor. Erdoğan’ın oyu 2018’de yaşanan kur kriziyle düşmeye başlamıştı. 2020’de başlayıp etkisi 2022’ye kadar süren pandemi tedbirlerinden kaynaklı işsizlik ve enflasyon Erdoğan’ın oylarını aşındırmaya devam etti.
Fakat Erdoğan bu süreçte ülke ekonomisinin üzerinde bir kumar oynayarak değersiz TL, yüksek enflasyon ve emeğin ucuzlaması pahasına istihdamı koruyup artırdı. Pandeminin de etkisi geçince %15’lere yaklaşan işsizlik, 2018 seviyesine yani %10’a kadar düştü. Erdoğan’ın enflasyona karşı yükselebilecek tepkiye bulduğu çözüm ise asgari ücret zamlarıyla tepkileri ötelemek oldu. Böylece Erdoğan kriz ve pandeminin etkilerini atlattıktan sonra Cumhur İttifakı’nın oylarını yeniden Meclis çoğunluğunu kazanabilecek seviyeye getirdi.
Sonuç olarak muhalefetin Erdoğan’ın deprem sonrasında “bayrak etrafında toplanma etkisi” ile yükselebilecek ivmesine karşı ortak liste yapmaktan başka çaresi yok. Ortak adaylıkta çıkan kriz sonrasında bu iradenin ortaya konabilmesi zor olsa da halen imkansız değil.