Mondros’tan 30 Ağustos’a işgal ve direniş

1918 Kasım ayının ilk günlerinde, daha İstanbul uykudan uyanmadan İstinye sahiline bir Alman botu yanaştı. Enver, Talat ve Cemal Paşalar bottan inerek Alman...

1918 Kasım ayının ilk günlerinde, daha İstanbul uykudan uyanmadan İstinye sahiline bir Alman botu yanaştı. Enver, Talat ve Cemal Paşalar bottan inerek Alman denizaltısına geçtiler. İstanbul’u bir daha göremeyecekleri, dönüşü olmayan bu gidiş için denizaltı Sivastopol Limanı’na doğru hareket etti. Sonrasını kendileri de bilmiyordu, 1908 Devrimi sonrası kaderini belirledikleri ülkeyi şimdi yazgısıyla baş başa bırakıp gidiyorlardı. Belirledikleri kaderde Osmanlı halkları için “hürriyet, müsavat, uhuvvet” tesis edilemiyordu. Alman emperyalizminin belirlediği rotada girilen 1. Dünya Savaşı ise, kaçınılmaz sona doğru ilerleyen İmparatorluğun sonu oluyordu. Savaş halklar için yıkım ve felaket demekti.

1908’i izleyen yıllar iktidar çatışmaları, toplumsal kargaşalar ve askeri başarısızlıklarla geçmişti. 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal etti. Ardından Balkan Savaşları başladı ve İmparatorluğun Avrupa’daki kalan toprakları da elden çıkıyordu. Elde kalan Meriç Irmağı’nın doğusu ve Anadolu’ydu.

Enver, Talat ve Cemal Paşaların yaşadığı bu son aynı zamanda yeni bir başlangıçtı. Bu başlangıçtan önce sona nasıl gelindiğine kısaca değinelim.

EMPERYALİSTLERDE HASTA ADAMI PAYLAŞMA TELAŞI

Engels, 1870 Fransa Prusya Savaşı’nın ardından başlayan silahlanma yarışını değerlendirirken, emperyalist kapitalist sistemin insanlığı felakete sürükleyecek savaşlar çıkaracağını söylüyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kadar yaşanan gelişmeler ve savaş ne yazık ki bu öngörüyü ispatladı. Sonraki yıllarda da insanlığın başından savaşları eksik olmadı. 2. Dünya Savaşı daha büyük bir yıkım olarak yaşanırken, günümüze kadar ne işgaller ne de savaşlar bitti. Bugünümüz ve geleceğimiz ise böylesi savaşların tehdidi altında. Çünkü emperyalist kapitalist sistem ayakta.

Konumuza geri dönersek, Dünya Savaşı patlak verene kadar değişen çıkar ilişkileri ve güç dengeleri sebebiyle Osmanlı’nın yanında ya da karşısında devamlı değişen ittifaklar kuran ve birbirlerini kollayan İngiltere, Fransa ve Rusya, savaşın hemen öncesinde Almanya ve Osmanlı karşısında birlik oldular. Osmanlı Devleti ise Alman Emperyalizminin başı çektiği Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın da dâhil olduğu kampta yer alıyordu.

1914’te başlayan savaşın ilerleyen safhalarında Osmanlı’nın nüfuz bölgelerine ayrılması için (kısa süre sonra İtalya’nın da dâhil olduğu) İstanbul Anlaşması (8 Mart 1915), Londra Anlaşması (26 Nisan 1915) ve en nihayetinde Ortadoğu’nun paylaşımı için son şekli veren Sykes-Picot anlaşmalarını imzaladılar. Dünya Savaşı emperyalistlerin bu amaçları doğrultusunda gerçekleşen pek çok ayrı cephede süren savaşlar toplamıdır.

Savaş öncesi batıdan çekile çekile Batı Trakya’ya kadar gerileyen Osmanlı’nın uzun yıllar boyu yükünü taşıyan ise yoksul Anadolu’ydu. Kesintisiz süren uzun bir savaş dönemi çok daha büyük bir Dünya savaşıyla sürüyordu. Seferberlikler karadelik gibi Anadolu’nun yoksul köylü halkını yutmuştu. 18 milyon civarı ülkede üç – dört milyon insanın silahaltına alınmasının 1. Dünya Savaşıyla sürmesini kafamızda canlandırmaya çalışalım, ne kadar dehşet verici olduğunu görebiliriz… Dörtte üçü hastalıklarla ölen beş yüz bin ölü, buna yakın sayıda iyileşemeyecek hasta, sakat, yaralı insanlar, asker kaçakları, kayıp olarak asker sayısından düşülen 1,5 milyon insan. Kıyım, tehcir ve amele taburlarında ölen sekiz yüz bin Ermeni, iki yüz bin Rum.

Osmanlı için savaşın sonu Filistin Cephesi’ndeki bozgunla geldi. Ölmeyenler gerilerinde on binlerce ölüyü bırakarak Anadolu topraklarına kendilerini atabildiler. Talat Paşa Hükümeti, ABD başkanı Wilson’a barış talebini ilettikten sonra 7 Ekim 1918’de istifa etti. Türkiye’yi teslim olmaya, boğazları açmaya zorluyorlardı.

Hükümet bunalımı yaşanan süreçte fazla yıpranmamış Ahmet İzzet Paşa Hükümetiyle çözülmeye çalışıldı. Ahmet İzzet Paşa hükümetinin İngilizlerin Sovyet tehdidini bertaraf etme politikasına gösterdiği uyumu gazetelere verdiği şu demeç güzel anlatıyor: "Ordumuzla, Asya'da, Avrupa için gerekli rolü oynayabileceğimize inanıyorum. Rus istilasına karşı bir engel oluşturabilmek için her şeye sahibiz. Yanlarda oluşturabileceğimiz güçlü konumlar, Mezopotamya ve Hindistan'a yönelmiş saldırıları kırabilir."

Nihayetinde hükümetin girişimleriyle İngiltere’yle mütareke imzalanması konusunda anlaşmaya varıldı ve 30 Ekim 1918'de, taslağı çok daha önceden hazırlanmış Mondros Mütarekesi imzalandı. Anadolu’nun işgaline zemin hazırlayan, Boğazların kontrolünü yabancı ülkelerin kontrolüne açan, ordunun terhis edilmesini içeren anlaşma tarihin en aşağılayıcı belgelerinden biri olarak kayda geçti.

ÜLKE İŞGAL EDİLİYOR

13 Kasım’da İngiliz, Fransız, İtalyan ve bir süre sonra ABD gemileri Haliç’e demir attılar. Bir süre sonra Anadolu’nun pek çok bölgesi işgal edildi. İngilizler Karadeniz kıyılarında ve Anadolu’nun güneydoğusunda; Fransızlar Çukurova dolaylarında; İtalyanlar Akdeniz bölgesine askerlerini çıkarttılar.

Bu arada İTC baskısından kurtulan Hürriyet ve İtilafçılar ve 1908’den beri yetkileri kısıtlı olan saltanat İngiliz emperyalizmini de arkalarına alarak iktidarlarını geri almış oldular. 21 Aralık’ta İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis-i Mebusan feshedildi.

İngilizler güçsüz buldukları Ahmet İzzet Paşa kabinesini oluşması muhtemel bağımsızlıkçı hareketlere müsama göstermeyecek “sert” bir hükümetle değiştirmek istediler. Oxford mezunu, Hürriyet ve İtilaf Partisi Başkanı, damatlığından başka siyasal meziyeti olmadığı söylenen Damat Ferit Paşa hükümeti kurdu. Yeni kabine bir nevi İngilizlerin maşasıydı. Saltanatı ve ülkeyi korumanın tek yolunun işgalcilerle iyi geçinmek olduğunu sanıyorlardı.

YUNANİSTAN’IN İŞGALİ DİĞER İŞGALLERİN ÖTESİNDE BİR ANLAM TAŞIYORDU

İşgallerin uzun süreli olmayabileceği gibi değerlendirmeler yapılırken Yunanistan’ın işgal hareketi sürece başka bir nitelik katıyordu. Esasında Osmanlı kuvvetleri Yunanistan’la savaşmamıştı. Fakat Yunanistanı yönetenlerin “Büyük Yunanistan” hayali İngiltere’nin Anadolu’ya bir jandarma yerleştirme siyasetiyle örtüşüyordu. Sovyetlere karşı tampon oluşturma, Kafkas Petrolleri, Ortadoğu Petrolleri Anadolu’yu önemli kılıyordu ve sağlam ellerde olması emperyalistler açısından sağlıklı olacaktı. Aynı zamanda Yunanistan’ın jandarmalı emperyalist yarışta geride kalan İtalya’nın müttefiklerini rahatsız eden hırsına da gem vurmanın aracı olabilirdi.

Paris Konferansı’nın ardından Yunan birlikleri 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktılar. İstanbul Hükümeti işgale karşı direnmemeyi emrediyordu. Bu tutuma karşı pek çok askerin firar ederek Anadolu içlerine kaçtığı, mücadele eden yapılara katıldığı biliniyor.

İzmir’in mahallerinde yaşanan kıyım ve yağma Anadolu’daki mücadele açısından kırılma noktalarından biri oldu. Aydın, Denizli, Burdur, Konya, Eskişehir, Kütahya’da işgal karşıtı mitingler yapıldı. 30 Mayıs’ta İstanbul Sultanahmet Mitinginden sonra bu tür eylemler yasaklandı ama artık geri dönmesi zor bir direniş kıvılcımı çakılmıştı.

İLK KUVAY-I MİLLİYE BİRLİĞİ KURULUYOR

Ege Bölgesinde Müslüman eşraf tüccar desteğine dayanan cemiyet oluşumları işgalin hemen öncesinde kurulmaya başlamıştı. İzmir Müdafa-i Hukuk cemiyeti gibi pek çok yapı Batı Anadolu’da kuruldu ve Balıkesir Kongreleri, Nazilli Kongrelerini gerçekleştirip Alaşehir Hareketi Milliye ve Reddi İlhak Büyük Kongrelerini gerçekleştirdiler. Silahlı direniş çizgisinde kararlı bu örgütlenmeler merkezi bir yapı oluşturamasalar da bunun yolunu açtılar.

1919 Mayıs’ının sonunda Ödemiş’te İstanbul hükümetinden direnme konusunda olumlu cevap alamayan kaymakam depodaki bin beş yüz civarı silahı halka dağıttı. Jandarma yüzbaşının komutasında bir araya gelen yüz kadar milis Kuvay-ı Milliye adını aldı. Hemen ardından Osmanlı Ordusundan kalan az sayıda subay emirlerinde kalan askeri, halktan insanları, dağlardaki çeteleri bir araya getirerek böyle birlikler kurdular. Müdafai Hukuk Cemiyetlerine bağlı çalışan bu kuvvetler Haziran 1922’de başlayan genel Yunan saldırısına kadar işgal güçlerine direnen tek engeldi diyebiliriz.

Bu yapılanmalara benzer bildiğimiz pek çok oluşum Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kuruluyordu. Örgütlenmeler “yereli koruma” sınırı ve refleksiyle hareket etmekteydi.

KOMUTANLAR ANADOLU’YA GEÇİYOR

Bunlarla birlikte direnişi örgütlemek ve bu birliklerin başına geçmek için harekete geçen subaylar Erkan-ı Harbiye içinden sağladıkları destekle kendilerini Anadolu’da konumlandırdılar. Ali Fuat Cebesoy Paşa Ankara'ya, Kazım Karabekir Paşa Erzurum'a ve Refet Bele Bey Sivas'a atandı. Deniz subayı Rauf Bey istifa ederek Anadolu'ya geçti. Mustafa Kemal bu fırsatı 1919 Mayıs’ında yakalamıştı. İstanbul Hükümeti Anadolu’daki direnişlerle doğrudan ilişki kurmak, oluşan iktidar boşluğunu gidermek istemekteydi. Mustafa Kemal işgal altında olmayan Anadolu topraklarının büyük kısmını kapsayan bölgede ordu müfettişi olarak, olağan üstü yetkilerle bulunacaktı. Kısa sürede Anadolu’daki bütün asker ve bürokratlarla iletişim kurdu, direniş için merkezi bir yapılanmaların imkanlarını yokluyordu. 19 Haziran’da Anadolu’ya geçmiş olan diğer arkadaşlarıyla Amasya Tamimini yayınlayarak niyetlerini açıkça ortaya koydular.

Tamim, İstanbul Hükümetinin aczini net biçimde vurguluyordu. Tehlike İstanbul hükümetinin karşısına dikilmişti ve tavır alması gecikmedi. Mustafa Kemal’in görevine son verildi, pek çok kaymakam, vali azledildi yerlerine saltanata bağlı kişiler atandı. Cevat ve Fevzi Paşalar direnişe yakın görüldükleri için ordudan atıldılar. Tüm bu girişimler işe yaramıyordu ve Anadolu’da oluşmuş olan iktidar boşluğunu derinleştiriyordu. Aynı zamanda başka bir iktidarın olanakları da belirginleşiyordu. Bunun en çok farkında olanlardan biri şüphesiz Mustafa Kemal’di. Ordu müfettişliğinden alındığı haberini alır almaz istifa etti. Fakat kaybettiği resmi konum ona karşı eşrafın güvensizliğine yol açabilirdi. Erzurum ve Sivas Kongreleri ise diğer hedeflerinin yanında, bu nazik durumun telafisi için bir fırsat olabilirdi.

ERZURUM ve SİVAS KONGRELERİ, YERELDEN MERKEZİLEŞMEYE ADIM

Erzurum Kongresi, Erzurum ve Trabzon vilayetleri Müdafa-i Hukuk cemiyetleri tarafından doğu illerinden gelen delegelerle 23 Temmuz 1919’da gerçekleştirildi, Mustafa Kemal Kongre başkanlığına seçildi. Yerelcilik yönleri ağır basan delegeler Mustafa Kemal ve diğer komutanların ordu merkezli bir kurtuluş hareketi perspektifine karşı çıkamadılar.

Kongre kararları direnişin merkeziliğine vurgu yapıyordu. Şark-i Anadolu Müdafai Hukuk Cemiyeti kuruluşunu ilan ediyor ve bir Heyet-i Temsiliye seçilerek merkezileşme yönünde kuvvetli bir adım atılıyordu.

Kararı Erzurum’dan da önce Amasya Tamiminde alınmış olan Sivas Kongresi ise 4 Eylül’de gerçekleştirildi. Ulusal bir nitelik taşımasına karşın Kongre’nin katılımı düşüktü. Erzurum’a katılanların pek çoğu gelmemişti. Katılan otuz kadar kişinin nitelikleri bir öncekinden farklı olarak subay ve bürokrat ağırlıklıydı. Kongrenin, kararlılığı ve cüretinin ise altı çizilmelidir. Cemiyetlerin önüne mücadeleyi ülke düzeyinde birleştirme hedefi koyuluyordu, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti tüm direniş örgütlerini resmi düzeyde birleştiriliyordu. Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye namına imza kullanma yetkisine sahip oluyor, istifasıyla kaybettiği resmi konumun daha güçlü bir alternatifini örüyordu.

Uzak bir tarihten bakınca ve resmi tarihin anlattıklarıyla, atılan her adımın mutlak başarılı olduğu kanısı hâkim oluyor. Elbette böyle değil, Anadolu’da oluşan direnişin alınan kararlarla, yapılan kongrelerle çabucak birleştirilmesi gibi bir durum değildir yaşanan. Batı Anadolu cemiyetleri bu kararlardan çok etkilenmediler. Erzurum’a katılanlar tarafından bile Sivas Kongresi kararları eleştiriliyor, “yetkilerin aşıldığı” söyleniyordu. Örneğin Antep, Maraş, Urfa ve Adana dolaylarında Fransızlara karşı girişilen direnişler daha çok yerel dinamiklerin ürünüydü. Fakat bunlar kongrelerin tarihsel önemini hafifletmiyor. Kongreler oluşan iktidar boşluğunu derinleştirmesi, ikinci bir iktidar odağı oluşturması ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar giden süreç içinde değerlendirilmelidir.

Öyle ki artık ikili bir iktidar durumundan söz edebiliriz. İstanbul Hükümeti ve bir zaman sonra Ankara Hükümeti hüviyeti kazanacak hareket.

İSTANBUL ANADOLU HAREKETİNİ EZMEK, OLMAZSA UZLAŞMAK İSTİYOR

Anadolu’da devlet örgütlenmesinin nüveleri yeşerirken İstanbul Hükümeti hareketi ezmek, başaramazsa uzlaşmak gibi çabalara girişti. Kongreler sürecinden başlayarak Saltanatın dolaylı ya da doğrudan kışkırtmalarıyla pek çok isyan patlak verdi. 1919-20 yıllarındaki bu isyanlarla Anadolu aynı zamanda bir iç savaş ortamına dönüştü. İsyanlar genelde Kuvay-ı milliye birlikleri tarafından bastırıldı.

Bu sefer İstanbul, Anadolu’yla uzlaşma yolları aradı, Damat Ferit Hükümeti Ali Rıza Paşaya bıraktı. Ali Rıza Paşa Anadolu’da direnişle olumlu bir ilişki kurmaya çalıştı. Yapılan görüşmeler sonucunda Meclis-i Mebusan’ın toplanması kararlaştırıldı. Son Osmanlı Mebusan’ı 1920 12 Ocağında toplandı. Aldığı en önemli karar ise daha sonra Misak-ı Milli adıyla bilinecek olan Ahd-ı Milli adlı mücadele programı oldu.

İSTANBUL’UN İŞGALİ ve ANADOLU’DA YENİ MECLİS

Bu gelişmeler İtilaf Devletlerini endişelendirdi, 16 Mart günü İstanbul İşgal edildi. Tutuklamalar sürerken meclis süresiz kapandı, Ali Rıza Paşa hükümeti istifa etti. Damat Ferit hükümeti tekrar kurulduğunda padişah Vahdettin de meclisi tamamen kapattığını ilan etti. Artık Anadolu’yla İstanbul arasındaki bağların tekrar kurulma ihtimali tamamen ortadan kalkıyordu.

Mustafa Kemal, İstanbul’la yapılan görüşmelerde meclisin Anadolu’da toplanmasında ısrar etmişti. Bu ısrarının “haklılığı” ispatlanmış oluyordu. Heyet-i Temsiliye namına yayınladığı çağrıyla komutanlara, vilayetlere, livalara kısa sürede yapılacak seçimler sonucunda temsilcilerin Ankara’ya gelmesini istiyordu.

Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de böylece toplandı ve bütün yetkileri elinde toplayan en üst makam olarak kendini ilan etti. Meclis başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Saltanat, hilafet gibi konulara girilmiyor ama meclisin meşruluğunu tanımayacaklara önlem olarak Hıyanet-i Vataniye kanununu çıkartıyordu. Eylül ayında hala çok tartışılan İstiklal Mahkemeleri’yle meclis yargılama yetkisi de ediniyordu.

Meclis 7 Haziranda ise, İstanbul hükümetinin işgalden o güne kadar ve ondan sonraki günlerde alacağı hiçbir kararı tanımadığını ilan ediyordu. İstanbul Hükümeti’nin10 Ağustos’ta Sevr Anlaşmasını imzalaması ise kararın ne kadar isabetli olduğunu gösteriyordu.

Sevr Anlaşması ülke topraklarının Fransa, İtalya, İngiltere arasında bölünmesini, Ermenistanın ve Kürdistanın kurulmasını, Çanakkale ve İstanbul boğazlanın uluslararası denetimini, Trakya’nın kalan kısmının askerden arındırılmasını karara bağlıyordu.

Saltanatın ve İstanbul Hükümetinin içine düştüğü bu hal şimdiye kadar yalnızca Sovyetler tarafından tanınan Ankara hükümetinin meşruiyet zeminini sağlamlaştırıyordu.

İstanbul’la gerilim yeniden tırmanırken ikinci bir isyan dalgası Ankara Hükümetinin karşısına dikiliyordu. Tokat, Amasya , Çorum, Kırşehir, Düzce, Yozgat, Konya dolaylarındaki ayaklanmaların büyük kısmı Çerkes Ethem’in Kuvvay-ı Seyyare birlikleri tarafından bastırıldı. Aynı günlerde bütünlüklü bir ulusal hareket halini almayan Kürt İsyanları da patlıyordu.

DOĞU SINIRININ ÇİZİLMESİ ve SOVYETLERLE İLİŞKİLER

Ayaklanmaları bastırma çabasıyla birlikte doğunun sınırının çizilmesi için yoğun çaba harcanıyordu. Mustafa Kemal’in Lenin’e yolladığı mektup Çiçerin tarafından cevaplanıyor, TBMM’nin tanındığı bildiriliyordu. Ankara hükümeti 16 Mart 1921 Moskova anlaşmasına kadar Sovyetlerle kurduğu ilişkinin avantajıyla Ermeni ve Gürcülerle giriştiği mücadeleyi kazandı. Bu anlaşmayla Sovyetlerin Sevr’i tanımadığını da ilan ediyordu. Böylece Ankara Hükümeti savaşın sonuna kadar para ve silah yardımı alacağı bir dostla el sıkışmış oluyordu.

EKİM DEVRİMİ ETKİSİ, SOSYALİSTLERİN TASFİYESİ, İKTİDARIN PEKİŞMESİ

Kurtuluş Savaşı gördüğümüz gibi yalnızca işgalciler, teslimiyetçi İstanbul Hükümeti, Ankara hükümeti arasında yaşanan gelişme ve gerilimlerden ibaret bir süreç değildir. İşgale karşı direnişin, İstanbul’a karşı ihtilalin, iç savaşın iç içe geçtiği bir tarihsel kesitten bahsediyoruz. Bunlarla iç içe yaşanan bir başka durum da Kemalist anlayışın iktidarını pekiştirmesidir.

Osmanlı yok olurken ve Anadolu’daki otorite boşluğu derinleşirken sorunlara radikal çözümler öneren sosyalistler de vardı. Yaşanan 1. Dünya Savaşı’nda bozguna uğrayan ülkeleri etkisi altına alan devrimci bir dalganın Anadolu’yu da etkisi altına almasıydı. Almanya, Macaristan da bu durumu yaşıyordu ama Ekim Devrimi bambaşka bir kapıyı aralıyordu. Büyük düşmanın sadık bir dost haline gelmesi ülkenin kaderini değiştiriyordu. Bu gelişme halkta da coşku yaratmıştı. Doğu illeri bu coşkudan fazlasıyla nasipleniyor, orduda yapılan bazı düzenlemelerde Sovyetler örnek alınıyordu. Halkın pek çok kesiminde Rusya’daki yönetimin nasıl olduğuna dair bir merak vardı. Osmanlının kurutuluşundan başka ufku olmayan birçok aydın ise ileriki günlere başka pencerelerden bakmaya başlıyordu.

Bu atmosfer içinde antiemperyalist mücadelenin bir başka kanadı olarak ciddi bir potansiyele sahip sosyalistler vardı. TKP; Mustafa Suphi ve arkadaşları, Büyük Millet Meclisi’ndeki Halk Zümresi, Çerkes Ethem ve Kuvay-ı Seyyaresi’ni sayabiliriz.

Kendi aralarında da birleşme başarısı gösteremeyen sosyalistler tasfiye edildiler. Çerkes Ethem düzenli orduya katılmayı kabul etmedi, Ankara’yla gerginleşen ilişkiler çatışmaya doğru ilerledi. En sonunda düzenli ordu birlikleri Kuvvay-ı Seyyare’nin üzerine yürüdü, Ethem düzenli orduyla çatışmaktan kaçındı ve birliklerini dağıttı. Ardından resmi komünist partisi yayın organı ve parti Çerkes Ethem’le ilişkide oldukları gerekçesiyle kapatıldı, vekiller ve yöneticileri tutuklandı.

Sürece etkili müdahaleleri olacak bir başka toplam, Mustafa Suphi ve arkadaşları milli mücadele saflarına katılmak için Ankara’ya gelmeye çalışırken provokasyonlarla engellendiler. Geri dönmeye çalışırken 29 Ocak 1921’de Sürmene açıklarında katledildiler.

Önderliği olmayan sosyalist hareketin geri kalan potansiyel kuvvetleri ise var olan yapının içinde eridiler ve sosyalistlerin bağımsız bir güç olma ihtimali tarihin ileriki yıllarına ertelendi. Bütün bu sürecin Ankara Hükümeti’nin inisiyatifi dışında gerçekleştiği tezi, olayların toplamına bakıldığında akla uygun gelmiyor. Mecliste pek çok milletvekili antikomünist söylemi yükseltiyordu. Sosyalistlere karşı takınılan tutum, yeni iktidarın ve hâkim sınıfların siyasal tercihlerinin berraklaşması anlamına geliyordu.

YUNANİSTAN İŞGALİ GENİŞLETİYOR

1920 Haziranı’nda, Sevr’e doğru giderken Yunan birlikleri genel bir saldırı başlatarak Uşak, Balıkesir, Bursa ve Trakya’yı ele geçirdiler. İtilaf devletleri bir yandan da meşruluğunu kabul etmek durumda kaldıkları Ankara Hükümetiyle uzlaşma yolları arıyorlardı. Bu amaçla yapılan Londra Konferansı sonuçları hem TBMM’yi hem de Yunanlıları memnun etmedi. Ankara’nın güçlenen, kendisinin zayıflayan konumu Yunanistan açısından yeni bir harekâtı zorunlu kılıyordu. 6 – 11 Ocak’taki çarpışmanın ardından Yunan saldırısı Bursa ve Uşak arasındaki cephenin tüm bölgelerinde 23 Mart 1921'de başladı. 26 Martta İnönü ilçesi mevzilerinde gerçekleşen çarpışma Türk birliklerinin zaferiyle sonuçlandı. Yunanlılar eski konumlarına çekilmek zorunda kaldılar. 10 Temmuz 1921’de başlayan harekâtla ise Afyon, Kütahya ve Eskişehir’i işgal ettiler. Düzenli ordu Ankara’ya 70-80 km mesafeye kadar çekilmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal meclisin yetkilerini de üstlenmek koşuluyla başkomutanlık görevini üstlendi. Karşı koymak için bütün olanaklar seferber edilecekti. Yunan kuvvetleri 23 Ağustosta tekrar saldırıya geçti ve 13 Eylül’e kadar süren Sakarya Meydan Muharebesi’ni Türk ordusu kazandı.

Kurtuluş Savaşı’nın en kanlı muharebesi ve Anadolu’nun siyasal yaşamının dönüm noktası olarak Sakarya Zaferi emperyalistlere planlarını gözden geçirme mecburiyeti yarattı. Yunanistan’ın arkasında yalnızca İngiltere’nin zayıf desteği kaldı. Fransa Ankara Anlaşmasıyla işgal ettiği yerlerden askerlerini çekti. İngiltere savaş esirlerine dair bir takım anlaşmalar için masaya oturdu ve desteğiyle ayakta duran Damat Ferit Hükümeti’ni baskıyla istifa ettirtti.

BÜYÜK TAARRUZ, SON SAVAŞ

Bu tarihten sonraki bir yıl Ankara hükümetinin egemenliğini kabul ettirme, bunun diplomatik ayaklarını güçlendirme çabalarıyla geçti. Bunun yanı sıra nihai zafer için yoğun bir hazırlık yapıldı. Teknik olanaklar açısından Yunan kuvvetleri kadar güç toplanamamıştı ama işgal altında olan ülkenin yurdunu savunmasının meşruiyeti de önemli bir güç demekti. Pek çok halk gözünü Anadolu’ya dikmişti. Yunanistan'da da savaş aleyhtarı bir hava esiyor, savaşın bitmesi isteğiyle mitingler yapılıyordu.

1922 Ağustosunda Batı Anadolu’nun büyük çoğunluğu Yunanistan Ordusu’nun işgali altındaydı. Savunma hattının ön ucu Karadeniz kıyısından Ege Denizi'ne kadar 600 km uzunluğunda bir bölgeyi kaplamaktaydı.

26 ağustosta taarruz başladı. Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet Paşalar savaşı idare etmek için Kocatepe’deydiler. Afyon ve Kütahya’nın adım adım geri alındığı harekât 30 Ağustosta Türk Ordusu lehine sonuçlanıyordu. 1 Eylül 1922 tarihinde düzenli ordunun takip harekâtı başladı. Muharebelerden kurtulan Yunan birlikleri İzmir'e, Dikili'ye ve Mudanya'ya düzensiz olarak geri çekiliyordu. Yunanlıların çekilmesi, Türklerin ilerleyişi 9 Eylül’de İzmir’e girilmesiyle son bulurken, ateşkes 1 Ekim 1922’de Mudanya’da imzalandı. Sonrası Lozan’a giden süreç ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu.

NE ANLAMALI, NASIL ANMALI?

Tarihi meseleler genellikle günün ve planlanan geleceğin siyasal ihtiyaçlarına göre tartışılıyor. Ülkemizde resmi tarih dönemlerin ihtiyaçlarına göre yazılmış, iktidarların değişen ihtiyaçlarına göre revize edilmiş. Osmanlının yıkılışı, topraklarımızın işgali, Kurtuluş Savaşı, yeni cumhuriyetin kurulması süreci iktidardakilerin siyasal ihtiyaçlarına göre yeniden ve yeniden yorumlanmaya devam ediyor.

Kurtuluş Savaşı tüm bunların dışında, emperyalizmin bölgemize dönük planları ve işgali, Anadolu’nun yaşadığı devrimci altüst oluş, farklı çizgilerin siyasal mücadeleleri, cumhuriyet devrimi’nin tarihsel, nesnel ilerlemeleri, sınırları gibi açılardan değerlendirilebilir. Yaşanan basit olarak istilacılara ve hainlere karşı verilen bir savaş değildir. Sonuncusunun Yunanistan Devleti’yle yapılmış olması bundan ibaret olduğu anlamına gelmez.

Toplam sürece sınıflar mücadelesinin perspektifinden bakmak en doğru sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir. O zaman pek çok meseleye soğukkanlı bakılabilir. Mesela o zaman Yunan halkının daha işgal yıllarında kendini yönetenlere, kendi ordusuna karşı ayağa kalktığını, “işgale son verin” çağrısı yaptığını da yazar, konuşur, okullarda okuturuz. Savaşta kaybettiklerimizin yasını yüz yıl sonra da olsa beraber tutabilir, onları beraber anabiliriz. (Avusturalyalılarla senelerdir bunun yapılıyor olması, onların güncel olarak potansiyel düşman olmaktan çıkmasından mıdır?) Bir birimize bir daha asla böyle lanet savaşlarda karşı karşıya gelmeyeceğimize söz verebiliriz. Savaştan, mütarekeden yıllar sonra dahi bitmeyen acılardan belki ders çıkartırız. Mübadelelerle, anayurdundan kendi ülkesine sürgün edilmenin nasıl bir şey olduğunu anlarız. Yurdunu savunmuş atalarınla onur duymanın, zaferlere bile özeleştirel bakmaya engel olmadığını belki bir gün öğreniriz.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından emperyalistlerle kurulan ilişkiler 45’ler sonrası siyasal bağımlılığa dönüşmüşken, 68’de yeni sömürgeciliğe karşı duran antiemperyalist gençlik hareketi “2. Kurtuluş savaşı veriyoruz” diyordu. Bağımsızlığın, ulusal kurtuluşun, eşitlik ve özgürlüğün sosyalist devrimle sonuçlanırsa mümkün olacağına inanıyorlardı. Ülkemiz örneği ve 2. Dünya Savaşı sonrası antiemperyalist kurtuluş hareketleri onlara ilham veriyordu. Yurtseverlik milliyetçilikten farklı olarak halkların eşitliğini savunurken yurdu sevmek, ülkeyi savunmaktı. “2. Kurtuluş Savaşı veriyoruz” diyerek yola çıkıp, son sözlerinin “yaşasın Türk ve Kürt halkları” olması bu diyalektiğin sonucudur.

Bugüne gelirsek, ülkemizin siyasal bağımsızlığını istemeyen, yer üstü ve yer altı varlıklarının yerli ve yabancı sermaye tarafından talan edilmesine itiraz etmeyenlerin Kurtuluş Savaşı güzellemesi inandırıcı değildir. Emperyalist politikalar doğrultusunda başka ülkelerin yıkımına ortak olanların kendi ülkesini sevmesi mümkün değildir. Bu ülkede yaşayan bütün halkları dilleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla kabul etmeyen, saygı göstermeyen, eşit görmeyen, farklılıklarımızı zenginliğimiz değil de ayrım nedeni olarak gören bu ülkeyi gerçekten sevmiyordur.

Bunların yanından bile geçmeyen hamasetin bize bir faydası var mı?

KAYNAKLAR

Stafenos Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, 3.cilt, Belge Yayınları 1993

Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İş Bankası Yayınları 2022

Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, İmge Yayınları 2005

Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, YKY 2020

Başından Sonuna Her Yönüyle Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Yayınları

A. M. Şamsutdinov, Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, Doğan Kitaçılık

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları

Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yayınları 1993

Hamit Bozaslan, Türkiye Tarihi, İletişim Yayınları

Etiketler
Ağustos