Antakya unutulmanın arifesinde mi?

Antakya’dan bahsedeceğim. Mevzu hayli tatsız… Eğer bu yazıyı okuyorsanız ve “yerinde” diyebileceğiniz bir keyfiniz varsa kaçabilir. O yüzden isterseniz sayfayı hemen kapatın! Kapatmayanlarla çok uzatmamaya çalışarak hasbihal etmeye çalışayım.

Antakya’dan bahsedeceğim. Mevzu hayli tatsız… Eğer bu yazıyı okuyorsanız ve “yerinde” diyebileceğiniz bir keyfiniz varsa kaçabilir. O yüzden isterseniz sayfayı hemen kapatın!

Kapatmayanlarla çok uzatmamaya çalışarak hasbihal etmeye çalışayım.

Daha geçen hafta bazı arkadaşlarıma, yakınlarıma depremin unutulmaya başladığını, deprem şehirlerinin yavaş yavaş toplumun büyük bölümünün görüş mesafesinden çıktığını, özel bir önlem alınmazsa, bir mücadele planlanmazsa buraların kendi kaderiyle çok daha baş başa kalacağını söylüyordum.

Olağan gidişatı bölgeye yağan yoğun yağmur biraz değiştirdi. Şehir haberlerde, sosyal medyada konu oldu. Dereler taştı, yollar göle döndü, konteyner kentlerin, iş yerlerinin, çarşıların pek çoğu sular altında kaldı. Deprem bir kere vurup geçmiyor; yıkıntıların arasından yeşertilmeye çalışılan yaşamı, en sıradan doğa olayı felce uğratabiliyor.

Yakınlarını kaybetmeyenler, 6 Şubat depreminin etkilediği yerlere uzak olanlar için hayatın olağan akışı konudan uzaklaşmaya, unutmaya neden oluyor. Bir süre sonra haberlerde bile depremle ilgili şeyler gördüğümüzde kanalı değiştirebiliyoruz. Bir an için belki bize iyi geliyor ama ne gerçekler değişiyor, ne sorunlar bitiyor, ne de bizleri bekleyen tehlikeler ortadan kalkıyor.

Antakya ya da Hatay, depremi yaşayan 10 şehirden biri olarak anılıyor. Ancak diğerlerinden farklı olarak şehir merkezi nerdeyse tamamen yıkılmış yok olmuş bir kent. On binlerce insanı, tarihi dokusu, kente özelliğini veren sosyal yaşamı artık büyük oranda yok.

Deprem sonrası bir yıl arayla yapılan seçimler, yıkılmış şehrin bir şekilde gündeme gelmesini sağlıyordu. Yerel seçimlerden bugüne deprem gerçeği ve deprem şehirleri gündemin alt sıralarında bile yer bulamaz oldu. Hatay için hala “şahsi meselem” diyen var mı? Bilmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde gözünüze çarpan sular altında kalmış şehir görüntüsünün istisna olduğunu sanmayın. Bu kez sadece biraz daha fazlası oldu. 15 aydır onlarca defa konteyner kentler sular altında kaldı, insanların derme çatma kurmaya çalıştıkları yaşam alanları defalarca harabeye döndü. Fırtınada çatıların uçması, çadır ve konteynerlerde çıkan yangınlarla insanların zarar görmesi, salgın hastalıkların giderek artıyor oluşu kimseyi ilgilendirmez oldu. Antakya’da yaşayanlar dışında.

Yıkımın büyüklüğünü düşünerek bu işlerin o kadar kolay olmadığını düşünüyorsanız, ya da “devlet daha ne yapsın” diyorsanız diyecek sözüm yok. Ama hakikat bu değil. İnsanlığın ulaştığı bilgi ve teknolojik imkânlar yıkımın yaralarının çok daha hızlı sarılabileceğine işaret ediyor.

ÇÖZÜLMEYEN SORUNLAR, NORMALE DÖNMEYEN HAYAT

Depremin ardından barınma sorunu hızla çözülememiş, geçici barınma olanakları sağlanmamıştı. Geçici barınma için yapılması gerekenler ise uzun sürede hayata geçirildi ve ne yazık ki bu barınma biçimi kalıcı hale geldi. Resmi rakamlara göre üç yüz bine yakın kişinin yaşadığı yerlere “konteyner kent” denildiğine bakmayın, buralar bir nevi insanların içine tıkıldığı depolar. Koşulları sığınmacıların barındırıldığı konteyner kentlerden daha kötü. Su baskınlarıyla hayat felce uğruyor ama sıradan günler de burada yaşayan insanlar için hiç kolay değil. Mutfağın, banyonun, salonun, yatak odasının küçücük bir kutu içine sığması mümkün olabilir mi? Bir ya da iki kişinin de yaşamasının çok zor olduğu bu mekânlarda kalabalık aileler kalmak zorunda. Depremden önce sıradan hayatları, işleri, güçleri olan insanlar şimdi bu gayri insani koşullara mahkûm.

Yaşadığımız süre içinde insanların hayatlarını bir nebze olsun kolaylaştıracak politikalar hayata geçmedi. Ekonomik durumun düzelmesi için bir şey yapılmadı aksine hayat normalmiş gibi faturalar ve cezalar gelmeye başladı. Olağan zamanların kuralları, kanunları olağanüstü koşullara göre uyarlanmadı. Kime sorsanız size, yalnız bırakıldıklarını, kaderlerine terk edildiklerini söyleyecektir. Şehir ölmediyse bu, emin olun her şeye rağmen kalmayı, gittiği yerden dönmeyi başarabilenlerin iradesiyle mümkün oldu.

Bir yıl önce sıraladığımız ne kadar sorun varsa hepsini tekrar sıralayabiliriz. Alt yapısı tamamen çökmüş bir kentte eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, temiz su, enerji gibi temel haklardan yoksun bir halk, hayatta kalma, ayakta kalma mücadelesi veriyor. Uyuz vakalarının bu kadar yaygın görüldüğü, kuduz sebebiyle bazı mahallelerin karantinaya alındığı, sineklerin sıcakların atışıyla birlikte ortaya çıktığı ve buna karşı hiçbir belediyenin planlı bir önlem almadığı yerden bahsediyoruz. Yağmur yağarsa selle, su baskınlarıyla; yağmazsa tozla, zehirli havayla yaşamak zorunda kalan bir halktan…

Bu yoksunluğun ve ortamın yarattığı ruh halinin nasıl olduğu ayrıca üzerinde özenle durulması gereken bir mesele.

Ülkemizin herhangi bir yerinde “normal” bir hayattan bahsetmek mümkün değil. Ekonomik yıkım, halkın sırtına yüklenen ağır yük her geçen gün daha da taşınamaz hale geliyor. Deprem şehirlerinde yaşayanların üzerine bu yük katlanarak çöküyor.

İşçiler, öğretmenler, doktorlar, eczacılar, sağlık çalışanları, mühendisler, muhasebeciler, çiftçiler ve esnaf derin bir ekonomik buhranın içinde çırpınıyorlar. Sağ kalanlar için zaten hayatın normale dönmesi oldukça zorken, devlet hayatı kolaylaştırmak için gereken adımları atmıyor.

Memleketin başka bir yerinde kolayca halledebileceğiniz sorunlar Antakya’da çileye dönüşüyor. Yetkililere, kamu görevlilerine, belediyeye ulaşmak hiç kolay değil. Hizmet binalarının çoğu şehrin uzak yerlerine taşınmak zorunda kaldı ve toplu ulaşım karmaşık, düzensiz pahalı. Hangi otobüs nerden ne zaman kalkar, nereye gider bunları öğrenebileceğiniz bir merci bulamazsınız. Araçla bir yere gitmek kamyon ve iş makinalarının oluşturduğu teröre maruz kalmak demek. Bozuk yollarda aracınızın tekerleğinin patlaması sıradan bir durum.

Yerel yönetim meselesinde ana muhalefet partisi seçimlerden sonra gerekli dersi çıkardı mı bilmiyorum ama şu anda borç içinde yüzen Defne Belediyesi’nin halk ve kent yararına çalışabilmesini sağlamak gibi bir mecburiyetleri olduğunu fark etmeliler. TİP’in kazandığı Samandağ Belediyesi başarılı bir dönem geçirmek, Samandağ’ı ayağa kaldırmak mecburiyetinde. Bunun için ciddi bir dayanışmanın örgütlenmesi gerektiğinin eminim farkındadırlar. Buralar kendi yağında kavrulabilecek yerler değiller ve mesele sadece iktidarın yapmadıklarından ibaret olmayacak.

Acil yapılması gerekenler bellidir. Barınma sorunu kalıcı olarak derhal çözülmeli, yeniden inşa ve hasarlı binaların onarımı için hızlı adım atılmalıdır. Talanı, yağmayı, kenti sermayeye peşkeş çekmeyi hedefleyen planlardan vazgeçilmelidir.

Şehrin nasıl ayağa kaldırılacağına dair kamusal plan netleşmeli, demografik yapının, tarihi ve kültürel dokunun korunması için bütün kamusal imkânlar seferber edilmelidir.

Ekonominin, tarımın, ticaretin canlanması, üretimin artması için özel imkânlar devlet tarafından sağlanmalıdır. Vergi borçları tamamen silinmelidir.

Hatay’ın “Özel Afet Bölgesi” ilan edilmemesi kabul edilemez. Bunu yapmamanın halka ve şehre yapılmış büyük bir ihanet ve suç olduğunu düşünüyorum.

“BİR ŞEY YAPMALI”

Geçtiğimiz 15 ay, iktidarın yapılması gerekenleri bundan sonra da yapmayacağının ispatı. Aksine “rezerv alanı” gibi adımlarla halkın mağduriyetinin büyümesi pahasına talan ve yağma projeleri uygulamaya konuluyor.

Bunları görmek, anlamak ne yazık ki yeterli olmuyor. Gidişatın değişmesi için “bir şey yapmak” gerekiyor. Derli toplu bir mücadele programı etrafında bir araya gelinmeli.

Öncelikle şehirde yaşayanlar bu konuda hızlıca adım atmalı. Antakya halkıyla, meslek odalarıyla, demokratik kitle örgütleriyle, sendikalarıyla, siyasi partileriyle, yerel pek çok örgütlenmeyle oldukça zengin bir demokratik zemine sahip. Fakat ne yazık ki bir sorun etrafında derli toplu bir mücadele programı ortaya koyulamıyor.

Her kesimin kronikleşen sorunları aslında toplam meselenin bir parçası. Doktorların, eczacıların, sağlık çalışanlarının yaşadıkları sıkıntılar aynı zamanda halkın sağlık hakkına erişememesi sorununun bir parçası. Öğretmenlerle öğrencilerin, velilerin yaşadıkları sıkıntıların kaynağı aynı. Mühendislerin, mimarların mesleki talepleriyle halkın acil talepleri aynı mücadelenin başlıkları. Esnafla, üreticiyle, çiftçiyle muhasebecilerin sorunları birlikte çözülebilir.

Dolayısıyla örgütlü kesimler kendi zeminlerinden hareketle seslerini yükseltebilirler. Bu sesler birleşerek güçlü bir haykırışa dönüşebilir.

Eşitlikten, özgürlükten, emekten yana bütün örgütler deprem şehirlerini mücadele programlarının ana başlığı haline getirmelidir. Buraların sesinin duyulması için merkezi bir seferberliğe ihtiyaç var.

Antakya dışında yaşayan Antakyalılar deprem zamanında yükselen duyarlılığı yeniden yükseltmek için özel bir gayretle çalışmalıdır. Memleketlerinin yeniden doğması için gereken mücadeleyi, desteği, dayanışmayı tazelemek hayati bir önemde.

Aynı şeyler şüphesiz diğer deprem şehirleri için de geçerli.

Bunlar yapılmadığında sonuç belli. Antakya ve diğer deprem şehirleri kaderleriyle baş başa kalacak, daha da yalnızlaşacak. Eğer bir ses yükselirse aynı zamanda ülkemizin bu cendereden çıkma mücadelesine büyük bir katkı sağlanacak.

Susma zamanı değil, konuşma, yüksek sesle haykırma zamanı.

Hatay’ı unutma, Hatay’ı duy, Hatay’ı gör…