Hakikate ışık tutan bir kitap: “Göç ve Belediyeler”
Türklerin tarihi serüveninin en önemli meselesi “göç” değil mi? Orta Asya’dan yüzyıllar boyu süren göçlerle Anadolu tekrar şekillenmedi mi? Anadolu’nun kültürü sonradan gelenlerle, daha önce gelenlerin harmanlanmasıyla oluşmadı mı?
İnsandan, insanlığın tarihinden ve bugününden söz ediyorsak “göç” olgusunu dikkate almadan pek bir şey konuşamayız. Milyonlarca yıl öncesindeki insan türlerinin de, yüz bin yıl önceki atalarımızın da tarihi değiştiren en önemli eylemlerinden biri bir yerden bir yere gitmek olmuş. Milattan önce on binlerde ise artık “yol” ortaya çıkmış ve bugünün insan coğrafyası yavaş yavaş oluşmaya başlamış. Tarım devrimleriyle hayvanlarımızla beraber göçmeye, daha uzun mesafeler gitmeye başlamışız.
Göç etmek, insanın insan olma vasıflarını kazanmasından bile önce edindiği bir davranış. Dünyanın her yerinde yaşayan milyarlarca insan göçmenlerin torunları. İnsan, coğrafi nedenlerden, kıtlıktan, nüfus artışından, otlak ihtiyacından ve savaşlardan kaynaklı hep göçmek zorunda kalmış.
Hani bizim coğrafyamıza dair konuşurken “Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın eski medeniyetleri, sakinleri” deriz, onlar dahi o kadar da yerli değil, bir yerlerden gelmişler bu topraklara.
Sınıflı toplumun tarihi sömürüyle, savaşlarla, göçlerle akmış; Yunanlılar, Persler, İskender, Roma derken bu uzun tarihte insan toplulukları, kültürler kıtalar arasında gitmiş gelmiş. Sonra tek tanrıları dinlerin öyküsü başlamış, Hristiyanlık baskıya karşı göçerek varlığını sürdürmüş.
Türklerin tarihi serüveninin en önemli meselesi “göç” değil mi? Orta Asya’dan yüzyıllar boyu süren göçlerle Anadolu tekrar şekillenmedi mi? Anadolu’nun kültürü sonradan gelenlerle, daha önce gelenlerin harmanlanmasıyla oluşmadı mı?
İnsanlığın tarihi boyunca egemenlerin çıkarttığı savaşlar, istila ve yıkımlar, keşifler aynı zamanda yeni göçlere, coğrafyaların yeniden şekillenmesine yol açtı. Sömürgecilik döneminin keşifleri oraların yerli halkları için büyük bir yıkım ve soykırım anlamına gelirken kıtalar arası göçlerle dünya bugününe doğru ilerledi.
Osmanlı Devleti Anadolu’dan dışarıya doğru genişlerken “iskân politikasıyla” yüzbinlerce insanı da göç etmek zorunda bıraktı. İmparatorluğun çözülüş sürecinde ise Balkanlardan Kafkaslardan milyonlarca insan Anadolu’ya akın etti. Ermeniler, Rumlar da tam tersi Anadolu’dan sürgün edildi. 18. yüzyılın sonundan itibaren Tatarlar, Çerkesler, Gürcüler, Azerileriler, Arnavutlar, Balkan Türkleri, Boşnaklar Anadolu’ya geldiler. Her bir halkın göçüşü savaşın vahşetiyle yaşandı. Ben mesela 93 Harbinde Balkanlardan göçenlerin torunlarından biriyim. Siz ya da büyükleriniz, onlar değilse de onların büyükleri göçmen. Ya da hepimiz potansiyel göçmeniz.
Cumhuriyet döneminde de devam eden göçler 100 yıllık zaman diliminde hep gündemde oldu. Mübadelelerle Anadolu’dan insanlar Yunanistan’a, Bulgaristan’a giderken oradakiler Anadolu’ya geldi. Sonra Makedonya’dan, Yugoslavya’dan, Bulgaristan’dan, Romanya’dan, Doğu Türkistan’dan, Afganistan’dan, İran’dan, Irak’tan insanlar ülkemize göçtüler.
Bırakın kıtalar, ülkeler değiştirmeyi kendi ülkenizde şehir değiştirmek bile kolay değildir. Hele hele de göçmeye mecbursanız. Gurbet türkülerinin her zaman çok söylendiği bu topraklarda senelerdir yoğun bir iç göç yaşandı. Yoksulluktan, uzun yıllar boyu süren çatışmalardan kaynaklı milyonlarca insan yerini yurdunu değiştirdi. Son 40 yılda Kürt halkının çok büyük bir kesimi, milyonlarca yurttaş yaşadıkları köylerden, şehirlerden mecburen göç etti, ettirildi.
DÜNYADA BÜYÜK GÖÇ HAREKETLERİ YAŞANIYOR
“Göç” derken bir tarih konusundan bahsetmiyoruz. Bugün yaklaşık 300 milyon göçmenle dünya büyük göç hareketlerine sahne oluyor. Bu sayının 90 milyon kadarı yerinden yurdundan zorla kopartılanlar, mülteciler.
Suriye’de savaştan kaçarak göç edenlerin sayısı son 10 yılda tarihin en büyük göçlerinden birinin yaşandığını gösteriyor. Resmi rakamlar bizim ülkemize gelen sayının 3,7 milyon olduğunu söylüyor ama bu sayının 4 milyonu aştığı kabul edilen bir gerçek.
Kolayca “Suriyeliler” deyip işin içinden çıkılsa da bu genelleme gerçeği perdeliyor. Sınıf gerçeği başka bir duruma işaret ediyor. Zengin, sermaye sahibi göçmen Suriyeliler kendilerini iyi koşullar yaratmış olsa da yoksul çoğunluk güvencesiz, emeklerini çok daha ucuza satarak gayri insani koşullarda yaşıyor. “Bizim ekmeğimizden çalıyorlar”, “bir elleri yağda, bir elleri balda” gibi değerlendirmeler ise gerçeği anlatmıyor. Aksine bu söylem sorunun kaynağının görülmesine engel olan perdelerden biri.
Bütün bu yaşananların sorumlusu elbette ülkeleri savaşa sürükleyen emperyalist kapitalist sistem. AKP iktidarının Suriye Savaşı konusunda üstlendiği rol malum. Savaşın ve göçün sorumluları diğer yandan da yıllardır göçü kendileri için tehdit sıralamasının en üstüne yazıyorlar. Mültecilerin kendi coğrafyalarına ulaşmaması için devasa bütçeler ayırıyorlar. Fas, Libya, Cezayir ve Türkiye gibi ülkeler göçmenlere baraj olsun diye birçok anlaşma yapıyorlar.
İktidarın bu meseledeki hali, Suriye’de çıkan yangına odunla koşmanın Suriye halkına ve ülkemize getirdikleri ortada. 2011’de başlayan Suriyeli göçü de, diğer ülkelerden gelen göçler de ekonomik, sosyolojik bir alt yapı sağlanmadan gerçekleşti. Hangi şehir ne kadar insan alır? Gelen insanların hakları nasıl sağlanır? Türkiye halkı bu konuda doğru tutumu nasıl alır? Bunlara dair düşünmeden, hazırlık yapmadan gelinen son durum hepimiz açısından vahim bir tablonun ortaya çıkmasına neden oldu.
İktidarın yanlış politikaları karşısında ana muhalefet doğru bir yerde duramadı. Toplumsal muhalefet bunlar karşısında etkili bir program ortaya çıkartamadı. Varlık sebebi göçmen düşmanlığı olan partiler türedi. Şovenizm, mülteci düşmanlığı solun kitlesi içinde ne yazık ki kendine yer buldu.
ERCÜMENT AKDENİZ HAKİKATİ ANLATIYOR
Bazı meselelerdeki hakikatin anlatılması kolay olmuyor. Bahsettiğimiz konu galiba bunların başında geliyor. Ama karartmanın ve karanlığın aydınlanması için ışık tutmaya çalışanlar da mutlaka oluyor. Ercüment Akdeniz bu isimlerin başında geliyor. Mücadelenin içinden gelen bir insan olarak gazetecilik yaparken de, genel başkanlığı döneminde de, şimdi de mülteci gerçeğini anlatıyor.
Anlatmak çoğu zaman anlatabilmek anlamına gelmeyebilir. Gerçeği görmediğini düşündüğünüz insanların üzerine bilgiyi boca ettiğinizde anlayacağını sanabilirsiniz, öyle olmuyor. Yönetenler böyle süreçleri yönetmek bir yana sorunun kaynağı olunca ortaya böyle bir hal çıkıyor.
Ercüment Akdeniz, göçmen/sığınmacı/ meselesinde doğru ve insani düşünmeyenlerin hangi sebeplerle böyle düşünmediğini anlıyor. Değiştirebilmenin temel şartı anlamak ama anlamak kabul etmek anlamına gelmiyor. Bu yüzden herkesin anlayabileceği gibi anlatıyor, bağırmadan, sade ve anlaşılır şekilde. Göç olgusunu, emperyalist kapitalist sistemin, AKP iktidarının son dönem yaşanan göç dalgasının müsebbibi olduklarını; sermaye sahibi Suriyelilerle, yoksul Suriyelileri aynı kefeye koyarak tartışamayacağımızı; bizim yoksulluğumuzun, işsiz kalmamızın sebebinin Suriyeliler değil sistem ve iktidar olduğunu; sınıf kardeşliğini; şovenizmin ve ırkçılığın tehlikelerini ve daha pek çok şeyi…
Uzun yıllardır bu meseleye dair pek çok köşe yazısı yazdı, panellerde, televizyon programlarında anlattı, kitaplar yazdı. “Suriye Savaşının Gölgesinde: Mülteci İşçiler”, “Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına: Sığınamayanlar”, “Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi: Sekizinci Kıta” kitaplarının yanında bir göç romanı olan En Güzel Şarkı konuyla ilgili önemli bir külliyat oluşturuyor.
Geçtiğimiz haftalarda Akdeniz’in yeni kitabı “Göç ve Belediyeler İktidar ve Muhalefet Perspektifleri” raflarda yerini aldı.
Hızlı adımlarla yerel seçimlere doğru ilerlerken çocuklara yönelik ırkçı söylemde bulunan adayı da, Arapça tabelayı elleriyle söken adayı da, yerel seçimleri “göndereceğiz” türü kampanyaları için kullananı da gördük. Bunlardan da öte iktidarından muhalefetine siyaset yelpazesindeki hiç kimsenin ne iktidar perspektifi olarak ne de yerel yönetim düzeyinde göçmen/sığınmacı/mülteci meselesine dair esaslı bir politikası, önerisi yok. Kitap bu yüzden de oldukça önemli.
Kitapta yerel yönetimlerin anlamı, işleyişi ve nasıl olması gerektiğine dair verimli bir tartışma yapılıyor. Diğer taraftan tarımda, geri dönüşüm sektöründe, sanayi ve imalat sektöründe göçmen emeğinin hali ve yaşadıkları sorunlar ele alınıyor. Aynı zamanda yerel yönetimlerin tüm bu alanlarda alması gereken ve almadığı sorumluluklar somut biçimde ortaya koyuluyor.
Kentlerde barınma sorunu, gettolaşma ve gettolaşmanın insani biçimde nasıl önleneceği kitaptaki diğer bir önemli tartışma başlığı.
Kadınlar, çocuklar, engelliler, hasta ve yaşlılar, LGBTİ bireyler göçmenliğin tüm sorunlarını birkaç kat fazla nasıl yaşıyor, kitabı okurken çarpıcı bir biçimde bir kez daha fark ediyorsunuz. Yaşadıklarını aynı zamanda mültecilerin kendilerinden dinliyoruz.
En önemlisi ülkemizin “yerli halkı” için ırkçılığın, şovenizmin, ayrımcılığı dışında bir başka yol öneriyor kitap. Düşmanlık yalnızca maruz kalanı etkilemiyor, yapanı da çürütüyor, yozlaştırıyor ve toplumu kolektif suça itebiliyor.
Sözün kısası Ercüment Akdeniz’in yeni kitabı hakikate ışık tutuyor. Eşitlikten, özgürlükten ve insanlıktan yana olanlar için bir yaranın tedavisi için makul bir tartışma zemini sunuyor. Umarım okuyanı, faydalananı çok olur.