Tabağımıza Yansıyan Eşitsizlik
Gıda adaletsizliği, sadece açlık ya da israf meselesi değil, derin bir sistematik sorunu da içinde barındırıyor. Dünya genelinde her yıl milyonlarca ton gıda israf edilirken, diğer yanda yaklaşık 800 milyon insan açlık sınırında yaşıyor.
Bu korkunç çelişki, yalnızca tarımsal üretimin yanlış planlanmasından kaynaklanmıyor; aynı zamanda gıdanın dağıtımı, erişimi ve kullanımında da ciddi adaletsizlikler mevcut.
Gıdanın üretimi ve tüketimi arasındaki bu uçurum, yalnızca toplumsal vicdanı değil, sürdürülebilirlik ve insan hakları açısından da ciddi sorunlar yaratıyor.
Türkiye’de de bu adaletsizlik her geçen gün daha belirgin hale geliyor.
Büyük şehirlerde marketlerdeki fiyat artışları, temel gıdalara erişimi zorlaştırıyor. Özellikle meyve, sebze ve et ürünlerinde yaşanan yüksek fiyatlar, düşük gelirli aileleri sağlıksız beslenmeye itiyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, obezitenin düşük gelir gruplarında hızla artması.
Sağlıklı ve organik ürünler lüks tüketime hitap ederken, fast food ve işlenmiş gıdalar daha uygun fiyatlı olduğu için daha fazla tercih ediliyor. Bu tablo, sadece bir beslenme sorunu değil, aynı zamanda sağlık problemlerinin de temelini oluşturuyor.
Tarım politikalarındaki eksiklikler de bu adaletsizliğin bir diğer önemli nedeni. Küçük çiftçiler yeterli desteği bulamıyor; bu da tarımsal üretimin büyük şirketler tarafından monopol haline getirilmesine yol açıyor. Üretimin merkezi hale gelmesi, fiyatların daha fazla büyük oyuncular tarafından belirlenmesine ve yerel üreticilerin piyasadan silinmesine neden oluyor.
Ayrıca, iklim değişikliği ve kuraklık gibi doğal etkenler, küçük çiftçileri daha da zor duruma sokarken, büyük tarım işletmeleri bu krizlerden daha az etkileniyor.
Küresel ölçekte, gıda adaletsizliği yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de hissediliyor.
Bir yanda aşırı tüketim, obezite ve gıda israfı sorunu varken, diğer yanda gıdaya ulaşmakta zorluk çeken geniş bir nüfus var.
ABD ve Avrupa gibi bölgelerde dahi, gelir eşitsizliği gıda adaletsizliğine dönüşüyor.
Yoksul mahallelerde yaşayan insanların, marketlere veya taze gıdalara erişimi sınırlı. Bunun yerine, görece daha düşük maliyetli ama sağlıksız fast food zincirleri bu bölgelerde daha yaygın.
PEKİ ÇÖZÜM NE?
Öncelikle, tarım politikalarının adil ve sürdürülebilir şekilde revize edilmesi şart.
Gıda zincirinin dev şirketler tarafından kontrol edilmesinin önüne geçilmeli, yerel üreticiler teşvik edilerek gıda üretimi yerelleştirilmelidir. Ayrıca, gıda fiyatlarının denetimi sağlanmalı ve özellikle temel ihtiyaç maddelerinin erişilebilirliği artırılmalıdır.
Eğitim de bu süreçte büyük bir rol oynamaktadır. Toplumların gıda israfı ve sürdürülebilir tüketim konusunda bilinçlendirilmesi, bu sorunla mücadelede en etkili yollardan biridir.
Türkiye özelinde, köyden kente göç ile birlikte tarımsal üretimin büyük ölçüde azalması, tarımsal ürünlerin büyük şehirlerdeki fiyatlarını fahiş hale getirdi.
Oysa ülke genelinde tarıma dayalı bir ekonominin güçlü olması, bu adaletsizliği hafifletebilir.
Devletin tarımsal üretime daha fazla yatırım yapması, küçük çiftçileri desteklemesi ve tarımsal eğitimle bilinçli üretimi teşvik etmesi gerekiyor.
Özellikle kırsal kalkınma projeleri ve kooperatifler, küçük üreticilerin ayakta kalmasına ve yerel ürünlerin değer kazanmasına yardımcı olabilir.
Sonuç olarak, gıda adaletsizliği, sadece açlık ve tokluk arasında bir fark değil; kaynakların adil paylaşımı, gelir dağılımı ve sürdürülebilirlik ekseninde çözüme kavuşabilecek karmaşık bir mesele.
Hepimizin tabağında bu sorunun izlerini görebiliriz. Önemli olan, bu izleri fark etmek ve toplumsal dayanışma ile adaleti sağlamak.