Dünün ve bugünün sorusu: 'Türkiye İran olabilir mi?'

1992 yılı olmalı… Bir Fransız gazeteci TBMM’nde ziyaretime gelmişti. İran İslam Cumhuriyeti konulu bir yazı hazırlıyordu… O günün koşullarında Paris’te vize...

1992 yılı olmalı… Bir Fransız gazeteci TBMM’nde ziyaretime gelmişti.

İran İslam Cumhuriyeti konulu bir yazı hazırlıyordu…

O günün koşullarında Paris’te vize alamamış, Ankara’da kendisini yardımcı olmuştum.

Uzun uzun gözlemlerini, yazacaklarını anlattı. Ardından o günlerin çokça tartışılan sorusunu sordu:

Türkiye İran olur mu?”

Yazısında da yer verdiği yanıtım güven yüklüydü:

“Hayır, hiçbir koşulda, hiçbir zaman…”

Siyasal İslam’ın Türkiye’de de yükseldiğini, İslamcı bir partinin parlamentoya girdiğini söyledi.

“Türkiye’yi yeterince tanımıyorsunuz” dedim.

Böylesi bir tartışmaya hazırlıklıydım. Marksist eğilimli İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın “Age of Empire (İmparatorluk Çağı)” adlı kitabı elimdeydi. Oradan okudum:

“Dünya tarihçileri Dünya Savaşı sonrasının katastrofik ve kaotik koşullarında Türkiye’yi yeterince anlayamadı ya da fark edemedi. Bunun bir nedeni yanı başında bir başka devrimin, 1917 Rus Devrimi’nin dünyayı sarsmasıdır. Oysa Türk Devrimi’nin tarihsel sonuçları büyüktür. Cumhuriyet Türkiye’si dünya tarihi yazımında gölgede kalmayı hak etmiyor.”

İlgisini yakalayınca devam ettim…

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye kendisi için biçilen Sevr esaretini kabullenmemişti. En güçsüz olduğu bir sırada Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirdiği Kurtuluş Savaşı ile aralarında Fransa’nın da olduğu dünyanın en güçlü devletlerini dize getirmiş, ülke bütünlüğünü sağlayarak bağımsızlığını pekiştirmişti.

Cumhuriyetin ilanıyla da siyasal egemenlik gökten yere indirmiş, halife sultandan alınıp ulusa devredilmişti.

Böylece gerçekleşen olay, Ortaçağ devlet düzeninin yıkılması ve milli iradeye dayalı çağdaş bir devletin inşa sürecinin başlamasıydı. Bu süreçte, yeni bir toplum, yeni bir birey de yaratılmıştı. Ümmetin yerini millet almış, Osmanlı saltanat düzeninin kulları özgürleştirilerek kadını ve erkeğiyle eşit yurttaş kimliğine kavuşturulmuştu.

Türkiye, kimi eksiklik ve yetersizlikleri olsa da işleyen bir demokrasiye sahipti. İran Türkiye’yi etkileyemezdi. Tam aksine, Atatürk’ün Cumhuriyet düzeni İran dahil tüm İslam coğrafyasının çağdaş uygarlık modeliydi. 1789 Fransız Devrimi’nin Batının demokratikleşme sürecindeki anlamı, önemi, etkisi her ne olduysa, 1923 Türk Devrimi’nin İslam coğrafyasının demokratikleşmesindeki etkisi de aynı doğrultuda olmalıydı.

Türk Devrimi emperyalizm çağını sona erdirmiş, başkalarına kul olmuş uluslara özgürlük ve bağımsızlığa giden yolu göstermişti. Bunu, Hindistan’ın efsanevi lideri Gandi de dile getirmişti. 30 Ağustos zaferi nedeniyle düzenlediği basın toplantısında, “Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır” demişti…

* * *

Aradan 30 yıl geçti. 20 yıl önce AKP’nin iktidara gelmesiyle kendimi sorguluyorum.

Bugün dünkü güvenimle “Türkiye hiçbir zaman İran olmaz” diyebilir miyim? Dersem, bırakın başkalarını, kendimi inandırabilir miyim?

Dünden bugüne Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin biçimi değişti. Laik ve demokratik parlamenter düzen terk edildi. Yerine teokratik yapıda bir tek adam düzeni kuruldu.

Bu düzende demokrasimiz “çoğunluk yönetimi” olma özelliğini yitirmiş bulunuyor. Partili bir Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Yürütmeyi tek başına o oluşturuyor. Yasamaya ortak, yargıya egemen oluyor…

Cumhuriyetin “Kemalist” denilen laik, demokratik ve çağdaş düzeni “daha İslami” olduğu söylenen bir yapıyla değiştirilmeye çalışılıyor.

Öncelikli hedef kadınlar. Kadını yok sayma anlayışı geri getirilmek istemiyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması bu bağlamda sadece kadına şiddet boyutuyla önemli değildi. Aynı zamanda kadın-erkek eşitliğinin yadsınmasına dönük büyük bir sıçramaydı.

Boşanmış kadının nafaka hakkının yargıda tartışılma konusu olması rastlantı sayılabilir mi?

Aynı şekilde, soruşturma açılmış olsa da bir ortaokul müdürünün öğretmenlere "sınıfta kız ve erkek öğrencileri ayrı oturtun" diye talimat vermesi tekil bir sapkınlık diye geçiştirilebilir mi?

Basına da yansıdı, bu konuda Ankara İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. İbrahim Maraş’ın uyarılarına kulak verilmeli. Prof. Maraş, “sınıfların kızlı erkekli ayrımının arkasında birtakım dini yapılanmalar, bazı tarikat ve cemaatler var” diyor.

Eğitimi dinselleştirmek için ilköğretimden üniversiteye uzanan bir dayatma yaşanırken, Prof. Maraş bazı ilahiyat okullarında yaşananlarla ilgili yakınmaları özellikle önemli:

“Bazı İlahiyatlarda kız-erkek ayrı sınıflar var. Bazı erkek hocalar kız öğrencilerin sesi haram diye derslerde söz almamalarını istiyor. Bazı kadın hocalar erkek sınıflarına girmek istemiyor. Okula aynı otobüs ve dolmuşla gelen öğrenciler derslerde ayrılıyor. Dini ve zihni yönden, tarihte görülmemiş bir ‘İslam Ortaçağı’ ve Selefi bir yapı yaratılmaya çalışılıyor…”

* * *

Bütün bu yaşananlara, hangi gerekçeyle olursa olsun, korkuyla ya da gönüllü boyun eğişler, baskıyı daha da artıracak, laik düzenin içini bütünüyle boşaltacaktır.

Türkiye, İslam dünyasındaki tek laik ülkedir. Çağdaş uygarlık anlayışıyla örtüşen demokratik bir yapıyı bu özelliği sayesinde işletebilmiştir.

Üstelik bunu dinini, inancını koruyarak yapabilmiştir.

Laiklik yoksa, ya da sadece adıyla anılır duruma geriletilirse, demokrasinin özü kaybolacak, sadece biçimi kalacaktır. Bu ortamda çoğunluk yönetimi olma özelliğini yitiren demokrasi, kolaylıkla azınlık yönetimine dönüşebilecektir.

Türkiye böylesi bir Ortaçağ kaderine razı olamaz.

Etiketler
İran Türkiye