Kur 35 lira olsa bile...
Yıllardır yapısal reformlar dediğimizde kulaklarını tıkayan, dış ticaret politikasının tabanının oluşturulması kapsamında tavsiye edilen politikalara gülüp geçenler şimdi evlet de bize şöyle yardım etmelidir cinsinden elleri açık bir şekilde beklemeye başladılar…Daha önce dediğimiz gibi tren kaçtı.
Bir ihracat hedefidir gidiyor epeyden beri…
Zamanın hazine müsteşarı sayın Tüzmen taa kaç yıl önce 2023 ihracat hedefimiz 500 milyar dolar demiş ve hedefe emin adımlarla ilerlendiğini vurgulamıştı.
Ne oldu peki diye sormaya bile gerek yok.
Gerek yok çünkü bir ülkenin kapasitesi ve ihracatı artırma kuvveti belirli sınırlar dahilindedir. Üretim yani milli gelir ne kadar artıyorsa, onun belirli bir yüzdesi yani bölümü ya iç tüketime ya da dış satıma (ihracata) gider. Yani kuraldır bir bakıma.
Ulusal geliriniz her yıl reel olarak yüzde 5 civarında büyüyorsa, ihracatınızı yüzde 30 artıramazsınız yaklaşımı bir bakıma yanlış olmaz. Diyelim artırdınız… E bu sefer de iç tüketime ayrılan kısımda azalma olur ki, bunun da sonucu yüksek fiyat artışlarıdır. Hangi taraftan bakarsanız bakın, son dönemin en moda terimi olan rasyonellikten ayrılamazsınız…
DÖVİZ KURU VE İHRACAT HACMİ
Son dönemde rasyonel politikalara dönüş kurnazlığı kapsamında faizlerin yükseltilerek liranın devalüe edilmesi fikrini eş zamanlı olarak uygulama ve bunu da halka aşılama çabasına girdi karar vericiler.
Öyle sözde bir rasyoneliktir ki, faizlerin yükseltilerek liranın değerinin düşürülmesinin yanında ücretlerin, özellikle de asgari ücretin, döviz kuru ve faizden bağımsız olarak sınırlarının çizildiği bir kapsamı şekillendiriyor. Diğer bir anlamıyla, dövizin fiyatı olan kur ile paranın fiyatının (faiz) yukarılara gitmesi gerektiği aşılanırken, ücretlerin bastırılmasının (reel alım gücünün düşmesinin) zorunlu olduğunu belirten yaklaşımları sıklıkla duymaya başladık.
İçinde döviz kurunun en az bu kadar olması gerektiği yoksa ihracatın şu seviyelere gelemeyeceği gibi anlamsız ifadelerin bulunduğu söylemlerde kimse verimlilikle ihracat, etkin girdi dağılımıyla ihracat ve özellikle de fiyata bağlı değil de farklılaştırma üstünlüğünü de içine alan bir rekabetçi avantaj ile ihracat arasındaki ilişkiyi konuşmaz.
Nedeni ise çok basit…
Ekonomide bir rasyonel politikamız olmadığı gibi uluslararası ticaretin yine rasyonel temele dayalı olduğu bir yapı mevcut değildir. Varsa yoksa satış, ne olursa olsun yüksek hacimli satış üzerine kurulu bir düzeni, devletin sağlayacağı maliyet avantajına göre artırmanın amaç edindiği sentetik bir ihracat anlayışı ülkemizi başkalarına çalışır, gelir yani refah transferi yapar konuma getirmiştir.
Covid-19 pandemi koşulları sonrası uzak doğudan ülkemize kayan AB’nin ithal talebinin verdiği şımarıkla, ihracatımız 200 milyar doları aştı sloganlarıyla süslenen politik yaklaşımların ertesinde şimdi yine uzak doğuya kayan aynı talebin yarattığı ihracat potansiyelimizin daralması telaşını yaşıyor sektör temsilcileri.
Hal böyle olunca da ihracatı yönlendiren ve meclis diye isimlendirilen kurumların yöneticileri döviz kurunun olması gereken seviyesi şu olmalıdır söylemlerine başladılar. Arkasına da süslü verimlilik, üretim gibi kelimeleri eklemeyi unutmadılar. Hatta her ikisini de vurgulayarak kurun 35 lira olması halinde bile devlet desteği ve verimlilik/üretim olmadan hedeflere ulaşılamayacağını üstüne basa basa söylemeye başladılar.
Bir bakıma çaresizlik ve devlet yardımlarına muhtaçlığın işaretledir bunlar…
Yıllardır yapısal reformlar dediğimizde kulaklarını tıkayan, dış ticaret politikasının tabanının oluşturulması kapsamında tavsiye edilen politikalara gülüp geçenler şimdi kalkmış şöyle yapmamız gerekir, böyle yolları takip etmemiz gerekir ve devlet de bize şöyle yardım etmelidir cinsinden elleri açık bir şekilde beklemeye başladılar…
Daha önce dediğimiz gibi tren kaçtı.
Koşun arkasından!